Edebiyatın dört yazarından eski Ramazan anıları
Sokağı edebiyata taşıyan yazar olarak anılan Hüseyin Rahmi'nin ilk orucunu dokuz yaşında tuttuğunu ve "Ömrümde hiç unutamayacağım günlerden biriydi." şeklinde hatıralarında anlattığını biliyor muydunuz? Peki Yahya Kemal'in Topkapı Sarayı'nı ziyaret ederken Yavuz Sultan Selim'in odasını "Fakirane bir han odasını andırıyor." şeklinde tarif ettiğini? Sizler için edebiyatın usta kalemlerinin hatıralarındaki eski Ramazanları derledik.
Giriş Tarihi: 13.05.2019
13:51
Güncelleme Tarihi: 16.05.2019
11:27
-Bu sene sahur erken, imsak yedi buçukta, diye ikide birde söylenenler, muvakkithame tavsiye eyleyenler, çeyrekte yirmi dakika veyahut Hatm-i şerif ile teravih kıldıran camileri sayıp dökenler, simitçi, çörekçi dükkan ve fırınlarını sayanlar, ilk cumasında Eyüp'e gitmek için söz verenler, yaz ise Silahtar Ağa gibi mesirelerde hem iftar etmek, hem de teravih kılmak hatıratını öne sürenler, bunlara mukabil nerede iftar edebileceklerini soruşturanlar:
- Bizim mümeyyiz ramazanda hiç gelmez, yine her akşam evrakı evine götürmeli! Sabah uğrayıp almalı!
-Üçüncü akşam kayınpedere gitmeli!
-Mabeyne, Saraya, Kilercibaşıya hangi akşam gitmeli?
-Sultanahmed'de de teravih bir başka oluyor.
-Bu ramazanda da kilo alacağım.
Ve benzeri hasbihallerde bulunanlar az değil idiler!
YAHYA KEMAL BEYATLI, ASIRLARCA ARALIKSIZ OKUNAN KUR'AN-I KERİM
Türk edebiyatının ünlü şairlerinden Yahya Kemal (Beyatlı), İstanbul'un işgal altında bulunduğu günlerde Topkapı Sarayı'nı ziyaret etmiş, oradaki intibalarını ve hissiyatını 14 Şubat 1921 tarihli İleri gazetesinde yayımlanan ''Hilafete Yakın Bir gün'' başlıklı yazısıyla dile getirmiştir. Şair, Saray katiplerinden Lütfi Bey'le birlikte dolaşırken, Yavuz Sultan Selim'in odasını şöyle tarif ediyor:
"Cihangir Selimi Evvel'in (Yavuz Sultan Selim) odası o kadar küçük ve sade ki, uzun seferlerinden birinde konduğu fakirane bir han odasını andırıyor. Zannediyorsunuz ki, eyerlenmiş atı yanı başındaki kapıda beklemektedir. Büyük Padişah, kısa bir istirahatten sonra çıkıp gidecek. Revan Köşkü'nde gezerken, kulağıma derinden bir Kur'an sesi geldi. Birdenbire İslam mimarisini tam manasıyla gördüm. Çünkü İslam mimarisinin içine, bir ruh gibi muhakkak rahle başında bir Kur'an sesi lazım. O olmadığı zaman, bu mimari kuru bir şekilde görünüyor. Bu fikrimi, rehberim Lütfi Bey'e söyledim ve bu Kur'an sesinin nereden geldiğini sordum. ''Hırka-i Saadet Dairesinde'' dedi. Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye yaklaştım. Baktım: yeşil, yemyeşil ruhani yeşil bir daire, pencereye arkasını çevirmiş bir hafız, öteki aleme dalmış bir ruhun istirahatiyle okuyor, diğer bir hafız da gözlerini yummuş, birr köşede tesbihini çekerek bekliyor. Rehberim Lütfi Bey'e sordum: ''Hırka-i Saadet'te ne zaman bu hatim indirilr?'' Lütfi Bey, gülümseyerek kulağıma dedi ki: ''Her gün! Her saat! Dört yüz seneden beri geceli gündüzlü bilafasıla…''
Hayretten gözlerimi kapanmış dinliyordum. Lütfü Bey biraz malumat verdi: ''Yavuz Sultan Selim, hilafetin alameti olan Hırka-i Şerif, Sened-i Şerif ve diğer Emanet-i Mübareke'yi Mısır'dan İstanbul'a hatimle indirterek getirmiş; İstanbul'a vardığı gece, Saray'da yüksek bir mevkiye yerleştirmiş; mimarbaşı ve ustalar asıl tevdi olunacak makamı harıl harıl inşa ederlerken, sefer yorgunluğuna bakmaksızın sabaha kadar ayakta beklemiş. O gece, geceli gündüzlü Kur'an okunması için bir vazife tertip ederek, kırkıncısı bizzat kendi olmak üzere kırk hafız tayin eylemiş, işte o günden bu ana kadar, bu dairede bir saniye tevakkuf etmeksizin (durmaksızın) Kur'an okunuyor. Bu hafızlar el'an kırk kişidir. Daima, ikişerli nöbetle vazifelerini ifa ederler. Bugün de, bu iki hafızın nöbeti''' dedi.
Bu gece, bu saat, ben burada bu satırları yazarken, Hırka-i Saadet Dairesi'nde Kur'an okunuyor! Tam dört yüz seneden beri de böyle fasılasız okunmuş. O günden beri, bu düşünce, bir saat rakkası gibi hafızamda sallanıyor. O günden beri, Hilafet'in Türk kalbinde ne kadar derin bir temeli olduğunu duydum. Hilafet makamı olan İstanbul'da, böyle bir makamın yanında dört asırdır durmamış bir Kur'an sesi olduğunu bilmezdim. Nice Türkler, hatta nice İstanbullular da bilmezler. Bu sarayın içinde dört yüz seneden beri olmuş ihtilaller, hal'ler kıtaller, bu Kur'an sesini bir an susturamamış. Bu hadiseyi idrak ettikten sonra, İstanbul'dan niçin çıkarılamıyoruz, bu şüpheyi halleder gibi oldum.