Edebiyatın dört yazarından eski Ramazan anıları
Sokağı edebiyata taşıyan yazar olarak anılan Hüseyin Rahmi'nin ilk orucunu dokuz yaşında tuttuğunu ve "Ömrümde hiç unutamayacağım günlerden biriydi." şeklinde hatıralarında anlattığını biliyor muydunuz? Peki Yahya Kemal'in Topkapı Sarayı'nı ziyaret ederken Yavuz Sultan Selim'in odasını "Fakirane bir han odasını andırıyor." şeklinde tarif ettiğini? Sizler için edebiyatın usta kalemlerinin hatıralarındaki eski Ramazanları derledik.
Giriş Tarihi: 13.05.2019
13:51
Güncelleme Tarihi: 16.05.2019
11:27
Hayretten gözlerimi kapanmış dinliyordum. Lütfü Bey biraz malumat verdi: ''Yavuz Sultan Selim, hilafetin alameti olan Hırka-i Şerif, Sened-i Şerif ve diğer Emanet-i Mübareke'yi Mısır'dan İstanbul'a hatimle indirterek getirmiş; İstanbul'a vardığı gece, Saray'da yüksek bir mevkiye yerleştirmiş; mimarbaşı ve ustalar asıl tevdi olunacak makamı harıl harıl inşa ederlerken, sefer yorgunluğuna bakmaksızın sabaha kadar ayakta beklemiş. O gece, geceli gündüzlü Kur'an okunması için bir vazife tertip ederek, kırkıncısı bizzat kendi olmak üzere kırk hafız tayin eylemiş, işte o günden bu ana kadar, bu dairede bir saniye tevakkuf etmeksizin (durmaksızın) Kur'an okunuyor. Bu hafızlar el'an kırk kişidir. Daima, ikişerli nöbetle vazifelerini ifa ederler. Bugün de, bu iki hafızın nöbeti''' dedi.
Bu gece, bu saat, ben burada bu satırları yazarken, Hırka-i Saadet Dairesi'nde Kur'an okunuyor! Tam dört yüz seneden beri de böyle fasılasız okunmuş. O günden beri, bu düşünce, bir saat rakkası gibi hafızamda sallanıyor. O günden beri, Hilafet'in Türk kalbinde ne kadar derin bir temeli olduğunu duydum. Hilafet makamı olan İstanbul'da, böyle bir makamın yanında dört asırdır durmamış bir Kur'an sesi olduğunu bilmezdim. Nice Türkler, hatta nice İstanbullular da bilmezler. Bu sarayın içinde dört yüz seneden beri olmuş ihtilaller, hal'ler kıtaller, bu Kur'an sesini bir an susturamamış. Bu hadiseyi idrak ettikten sonra, İstanbul'dan niçin çıkarılamıyoruz, bu şüpheyi halleder gibi oldum.
SEMİH MÜMTAZ, BOĞAZİÇİ'NDE BİR İFTAR
Bir yaz gecesi Çubuklu 'da sadrazam ve serasker ve yaveri ekrem devletlû, fehâmetlû Keçecizâde Fuat Paşa Hazretlerinin yalısındaki iftar…
Kadri ve dünyâda bir tâneliği bilindiği zamanlarda Boğaziçi bambaşka bir hâlet yaşardı. Hem yaşatırdı. Koca Nedîm'in dediği gibi "onda evvel çok nevâlar, güft ü gûlar var idi." Nazlı bir cânan gibiydi. Üstüne titrerlerdi. Onu incitmekten hazer ederlerdi. Gücenir diye korkarlardı. Sînesine ilişen sâhilsaraylar onun güzelliğini örtmemek, ona sıklet vermemek için âdeta yerlere serilirler, en ufak bir çirkinliğe âlet olmaktan çekinirlerdi... Ne güzeldi Boğaziçi Yâ Rabbim!.. Ne kadar da şirindiler sâhilindeki sâhilhâneler! Emsâli yoktu dünyânın hiçbir yerinde. Ve bundan nâşî idi ki ecnebi, yerli âşığı çoktu. Ona hayran idiler. Tekrar ediyorum, üstüne titrerlerdi. Gecelerin karanlıklarında bile onun nûru; gündüzlerin aydınlıklarında kendi şuâı vardı... Muhterem kârilerim, size bu yazıda bugün hayal olmuş dünkü hakîkatlerden bir tânesini canlandırmaya çalışacağım... Bir yaz gecesi Çubuklu'da sadrâzam ve serasker ve yâveri ekrem devletlû, fehâmetlû Keçecizâde Fuat Paşa Hazretlerinin yalısındaki iftarı...
Yaz ramazanında Fuat Paşa'nın Çubuklu'daki yalısında yemek sofraları bahçelerde kurulurdu. İftar bahçede edilirdi. Akşam namazından sonra da yemek bahçede yenirdi. Ağaçlar rengârenk fenerlerle donatılırdı. Hatta büyük ağaçlardan bazıları aralarında mahyalar kurulurdu.
Fuat Paşa gayet beşuş; güler yüzlü bir zattı. Güzeldi de... Misafirleri onu seve seve görürler, gösterdiği hüsni muameleden pek haz duyarlar, inşirah ve emniyetle evlerine dönerlerdi. Yalının rıhtımında kayıklar, sandallar bekletilir, kimse nakil vasıtasız kalmazdı.
O devirde oralardaki şoseler de muntazamdı; Sultan Abdülaziz'in hemen her gün atla, araba ile gezişi sâyesinde. İki gözü gibi sevdiği oğulları Nâzım ve Kâzım beylerin riyaset ettikleri ayrı sofraları; haremde de hanımefendilerin ayrı ayrı sofraları, misafirleri, ahbapları, dostları vardı. Fuat Paşa'nın bahusus yaz iftarları, kıskançlar müstesna, devrin en sevimli dedikodusunu yaşatırdı.
Bahçede kurulan iftar sofraları Avrupa'nın meşhur şatolarında verilen kır âlemlerini ihtar ederdi ecnebilere. Yerlilere de nümûnei imtisal idi. Paşanın oturduğu sofra yirmi dört kişilikti. Beyefendilerin sofraları on ikişer kişilikti. Bir de kâhya efendinin nezaret ettiği sofralar vardı.
Bunların hepsi dolardı davetlilerle ve kendi kendine gelenlerle. Haremde de böyleydi. Sefirler, ecnebiler geldiği zaman kadınları haremde iftar ederlerdi. O âlemi, o kalabalığı ve o intizâmı görürlerdi. Esasen Keçecizâde ailesi bahtın bir hüsni tesâdüfüyle uğurlu bir yıldız altında doğmuşlardan oldukları için nur yüzlü, temiz vicdanlı insanlardı. Bundan dolayı mahbup ve muhterem oluyorlardı... Sofraların sakız gibi beyaz keten örtüleri ve peçeteleri; gümüş şamdanlardaki billûr fânusların çeşitli renkleri; antika yemiş ve yemek tabaklarının ve sofra takım taklavatının hayranlıklar verici manzarası ve letâfeti; yemeklerin nefâseti ve letâfeti; bunu binlerce adamdan duydum; hakîkaten insana inşirah verirdi.