Edebiyatın dört yazarından eski Ramazan anıları
Sokağı edebiyata taşıyan yazar olarak anılan Hüseyin Rahmi'nin ilk orucunu dokuz yaşında tuttuğunu ve "Ömrümde hiç unutamayacağım günlerden biriydi." şeklinde hatıralarında anlattığını biliyor muydunuz? Peki Yahya Kemal'in Topkapı Sarayı'nı ziyaret ederken Yavuz Sultan Selim'in odasını "Fakirane bir han odasını andırıyor." şeklinde tarif ettiğini? Sizler için edebiyatın usta kalemlerinin hatıralarındaki eski Ramazanları derledik.
Giriş Tarihi: 13.05.2019
13:51
Güncelleme Tarihi: 16.05.2019
11:27
Halılar ve namaz seccâdeleri ve hasırlar bahçenin bir tarafını kaplardı. Harem bahçesi kapılarının önleri de birer paravanla örülürdü.
Akşam ve teravi namazları buralarda edâ edilirdi. Güzel sesli müezzinlerle imam efendiler en iyilerinden intihab olunurdu.
Bahçede okunan ezandan evvel abdest tâzelemek isteyenler için gümüş leğenlerle ibrikler emre âmâde bulunurdu. Fuat Paşa mutaassıp değildi. Fakat dindar ve dîne hürmetkâr bir zattı. Mübâlâtsızlığı ne kendisi için, ne de başkaları için kabul ederdi.
Oruç tutmayanlara; namaz kılmayanlara âdeta sinirlenirdi. Selâmlıkta, haremde nizam ve intizam husûsuna bizzat nezâret ederek gençleri terbiye ettirmeye, onlara nezâfet ve tahâret öğretmeye çalışılmasını tembih ederdi. Çubuklu'daki yalının iftarlarında ve namazlarında yüzlerce kişinin bulunduğunu görenlerden, o âlemi yaşıyanlardan kaç kereler duydum. Ecnebilerin iftarda bulundukları gecelerde terâvi namazı kılınırken el pençe divan ve ağaçların altında durarak namazı seyrettiklerini dahi bu mesmuâtımla (duyduklarımla) biliyorum ve elhak doğrudurlar... Kadınları ihmal etmediği ve misâfirlerinden bâzı hanımefendilerle konuştukları için terâviden sonra Fuat Paşa yarım saat kadar erkek misâfirlerden ayrılarak hareme girerdi.
Belki biraz da istirahat ederdi. Elbise de değiştirir, sivil esvap giyerdi. Zîra sadrâzam ve yâveri ekrem müşir ve vezir mansıbı ve rütbe ve lakaplarını hâiz olmakla resmî libâsı askerî idi ve yâveri ekremlik kordonunu takardı. Paşa tekrar selâmlık dâiresine geldiği zaman karagöz veya orta oyunu takımları hazırlanmış bulunurdu. Hayâlî Mehmet Efendi devrin en büyük üstâdıydı. (Hârika bir adamdı derler). Kadınlar da kafesler arkasından bu oyunları seyreder oldukları için nükteler ve cinaslar hudûdu aşmaz ve taşmazdı. Kadınlar içeriye girdikten sonra birer oyun daha verilirdi ve bu defa İstanbulluluğun bütün incelikleri kendini gösterir, dinleyenleri mest, mesrur ederdi.
Fuat Paşa'nın kendini bir kat daha sevdiren tarafı kendi nükte ve ferâsetinin gılzet ve lâubâliliklerden çok uzakta parlaması ve o nevi parlaklıkları sevmesiydi. Arsız ve yüzsüzlüklere asla iltifat etmezdi. O devirde, sadrâzam konakları bir nevi Bâbıâlî kıyâfetini de takınırlardı. Vükelâ meclisleri konaklarda da toplanır, müzâkereler ederdi, mazbatalar yazar çizerlerdi. Bir ramazanda ve Çubuklu'da haftada iki kere toplandıklarına nazaran dört beş, altı meclis olur ve meclise gelmesi lâzım gelenler, paşası, efendisi, kâtibi ve müstahdemiyle berâber sâhilsarayı doldururdu. Unutmadan arzedeyim: Fuat Paşa'nın evinde, yaz ve kışta, her akşam ezânî saat on ikide sekiz on tâne fukarâ sofrası birçok fukarâyı yedirir, içirirdi... Bu paşa kimdi? Gâyet muhtasarca bunu da arzedeyim. Sultan Mahmud-ı Sânî ricâlinden ve ulemâdan şâir-i şehir Keçecizâde İzzet Molla'nın oğlu idi.
Mektebi Tıbbiye-i Şâhâne'den doktor ve operatör olarak şahâdetnâme almıştı. Fransızcayı çok iyi bildiği için bir müddet sonra askerlikten sivil olmuş ve hâriciyeye girerek az zamanda mütercimi evvelliğe ve oradan Londra sefâreti başkâtipliğine İspanya ve Portekiz elçiliğine yükselmişti. Ve daha bir iki memûriyette bulunmuş, otuz altı yaşında hâriciye nâzırı olmuştu. Ve bu nezârete bir iki fâsıla ile iki defa daha memur edilerek rütbe-i sâmiye-i vezâreti ihraz etmişti.