Edebiyatın dört yazarından eski Ramazan anıları
Sokağı edebiyata taşıyan yazar olarak anılan Hüseyin Rahmi'nin ilk orucunu dokuz yaşında tuttuğunu ve "Ömrümde hiç unutamayacağım günlerden biriydi." şeklinde hatıralarında anlattığını biliyor muydunuz? Peki Yahya Kemal'in Topkapı Sarayı'nı ziyaret ederken Yavuz Sultan Selim'in odasını "Fakirane bir han odasını andırıyor." şeklinde tarif ettiğini? Sizler için edebiyatın usta kalemlerinin hatıralarındaki eski Ramazanları derledik.
Giriş Tarihi: 13.05.2019
13:51
Güncelleme Tarihi: 16.05.2019
11:27
"Gulyabani, Şık, Şıpsevdi, Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, Mürebbiye…" başta olmak üzere yazdığı onlarca eserleriyle edebiyat tarihimizde yerini alan Hüseyin Rahmi, ömrünün son otuz bir yılını geçirdiği Heybeliada'daki köşkünde 8 Mart 1944 tarihinde vefat etti. Mezarı Heybeliada'daki Abbas Paşa Mezarlığındadır.
Hüseyin Rahmi "İlk Orucum" isimli hikâyesinde, çocukluk günlerine geri dönüp ilk orucuyla ilgili anısını öykülendirir. Burada yazar, halk seyirlik oyunlarından diye nitelendirilen Karagöz'e de değinir…
İlk orucumu dokuz yaşında tuttum. Bu da ömrümde hiç unutamayacağım günlerden biridir. Oruç ben yaşta çocukların ifasına tahammül edemedikleri büyük sevaptır. Eğer bir gün tutmaya dayanabilirsem hacı ninem büyük babamın anası, bu orucu benden bir mecidiyeye satın alacaktı. Çünkü küçüklerin oruçları büyüklerinkinden daha makbul olduğunu söylüyordu.
Ben yirmi kuruşun, bu büyük kazancın tamahıyla tutmaya karar verdim. Fakat büyük validemle teyzem:
-" Zayıftır, dayanamaz." itirazında bulunuyorlar, yalvarıyordum yakarıyordum beni sahura kaldırmıyorlardı. Kaldırsalar da elimden tutup sofra başına getirinceye kadar tekrar uyuyormuşum. Nasılsa bir akşam hacı ninemle mukaveleyi sağlayarak sahur yemeye muvaffak oldum. Sofradan kalktık. Beni kıbleye karşı durdurdular, yarının orucuna niyetlendirdiler. Ben o günü iftar topu patlayıncaya kadar bir şey yememeye Allah'a ve kullarına karşı söz verdim. Bu taahhüdün ifası benim gibi midesi zayıf çelimsiz bir çocuk için ne müşkül, ne müthiş olduğunu bilmiyordum.
Bu sevaplı niyetten sonra büyük bir sevinçle döşeğe yattım. Sabah oldu. Büyükler oruçlarının yarısını uykuya tutturmak için hep yatıyorlardı. Ben bermutat erkenden dipdiri kalktım. Oyuncaklarımla oynadım, aşağı yukarı indim çıktım. Bahçede gezindim. O şen, velveleli ramazan gecesinin bu sessiz sabahı ne kadar kasvetli, sıkıntılı oluyor. Yavaş yavaş sahurun tokluğu geçerek içim ezilmeye başladı. Öğleye doğru sabrım tükendi. Gitgide açlığım tahammül- fersâ bir raddeyi buldu. Aç kedi gibi önünde dolaştığım dolaptan ne güzel kokular geliyordu. Her sabah orada karnımı doyururdum. Dolabı açtım kapısı gıcırdadı. İftardan kalma reçeller sucuklar, sahur artığı köfteler, el sürülmemiş kâselerde hoşaflar vardı. Hepsinin kokusu misk gibi burnuma doldu. Baygınlığım arttı. Allah'a verdiğim sözü düşündüm. Nal gibi mecidiyeyi gözlerimin önüne getirdim. Hayır... Hayır, midemin ıstırabı her şeye galip geliyordu. Üç dört köfte ile bir pide parçası aşırarak gidip bahçenin kuytu bir köşesinde yemeye karar verdim. Büyük, pek büyük bir günah işlediğimi biliyordum. Halecanlar içinde elimi sahana uzattım. Arkamdan menhus bir ses çıktı:
-Hu, küçük bey, ne yapıyorsun orada ayol? Bugün sen oruçlu değil misin?
Döndüm baktım. Ah sesi kısılasıca fellâh... Nezahat arkamda simsiyah, upuzun duruyor. Arap'la zıtlaşacak dakika değildi. En tatlı sadâ-yı istirhamımla:
-Dadıcığım ayaklarını öpeyim, kimseye söyleme...
-A, olur mu hiç? Günah değil mi?
-Akşam hacı ninemden bir mecidiye alacağım.
-Yarısını bana verirsen söylemem.
Mecidiyeyi bütün bütün kaybetmedense yarısını kazanmak her hâlde kârlıydı. Parayı bölüşeceğimi Arap'a vadettim.