Ekrem Kızıltaş: Sezai Karakoç Üretmen Han'ın merdivenlerini arşınlardı
Ülkemiz son elli sene içerisinde ciddi bir değişim ve gelişim döneminden geçti. Bilhassa teknolojide yaşanan bu durum gazetecilik, yayıncılık ve kitapçılık konularında kendini gösterdi. Ekrem Kızıltaş yaklaşık 50 yıllık gazetecilik, yazarlık ve yayıncılık hayatında gördüklerini anlattı. Şöyle diyor Kızıltaş: MTTB konferanslarında büyük isimler "karşımda gelecekte Türkiye'yi yöneten kadroları görüyorum" derlerdi.
Giriş Tarihi: 12.07.2023
19:53
Güncelleme Tarihi: 12.07.2023
21:33
Bekir Salih Yaman:
1930'lu yıllardan itibaren ülkemizde Necip Fazıl gerçeği diye bir gerçek söz konusu. Hem fikir adamlığı hem şairliği hem edebi yönü bunların yanında aynı zamanda bir aksiyonel yönü de mevcut. Yeri geldiğinde tek başına muhalefeti üstlenmiş çok ciddi bir kalem, çok ciddi bir figür. Siz de en yakınında bulunan isimlerden biriydiniz bir dönemde, kendisiyle bir ünsiyetiniz vardı. Size göre Necip Fazıl neyi ifade ediyor Ekrem Bey? Nasıl tarif edersiniz?
Ekrem Kızıltaş:
Allah (CC) gani gani rahmet eylesin. Necip Fazıl Kısakürek çok yakın olduğumuz değil ama 1976'dan vefatı öncesine kadar Milli Türk Talebe Birliği bünyesinde gelirdi, biz giderdik. Evine bayram ziyaretlerine giderdik. Orada Üstad rahmetli adeta çocuklaşırdı. Sağa sola bakardı çikolatayı uzatır, "Fazla alın! Fazla alın" derdi. Üstad, her halükarda hayat dolu bir insan dı. Hakikaten her anı hareketliydi. Bazı hallerde sürekli olarak aksiyon olması gerektiğini düşünen bir insandı. Üstadın yetiştiği şartlar, üstadın içinde bulunduğu durum, üstadın doğru yolu bulması, Abdülhakim Arvâsî Hazretler i ile karşılaşması ve doğru yolu bulmasının ardından tutunduğu tavır, tek parti yönetimi ardından Demokrat Parti döneminde çektikleri, daha sonraki dönemlerde yaşadıkları, 1970'ler, "kavganın şahikasında dolaştığı yerler" işte hapse giriş çıkışları falan gibi… Bu arada "Büyük Doğu"yu sürekli olarak çıkarma gayretleri, sürekli maddi sıkıntı çekmesi…
Çeşitli şekillerde bir yandan da gerek İstanbul'da kendi çevresinde sık sık da Anadolu'nun gidebileceği her yerine giderek insanları sinema salonlarında, kültür salonlarında falan insanları uyarmaya çalışması. Üstadın tüm hayatı, "mücadele ile geçti" Sürekli, sıkıntılarla, yokluklarla boğuştu. İşte gazetesini çıkarabilmesi için, Büyük Doğu'yu çıkarabilmesi için, paraya ihtiyaç var. Bütün şartlar onun aleyhinde yani mümkün olduğu kadar o gazeteyi çıkarmaması için şeyler her şey oluşturuluyor. Kitaplarının satılmaması için ya da işte konferanslarının izlenmemesi için oluşturulan olumsuz bir hava var. Buna rağmen Üstad, hiç durmadan koşturan, çalışan, çabalayan ve karşıdan kendisine yönelen hiçbir saldırıya en ufak bir şekilde hiçbir fütur getirmeyen bir yapı.
Ekrem Kızıltaş:
Tam bir mücadele adamı. Dolayısıyla herhalde savunmalarını falan okuyanlar vardır. Savunmalarına baktığınızda savunmadan ziyade saldırı olduğunu görürsünüz ve laf konusunda kimsenin kimseden altta kalmaz. Aykırı giden bir hâkime ya da savcıya bile çok sonradan düşündüklerinde "Vay o adam bana galiba bunu dedi" diyebilecekleri şekilde hitap edebilen ve hemen her duruşmasında çok ciddi bir baskı gelmemiş ise eninde sonunda beraat edebilen bir adam. Tabiri caiz ise tam bir söz virtüözü. Hem konuşmalarında hem yazısında üstadın hala metinleri mesela romanlar, tiyatro eserleri, denemeleri, zaman zaman hazırladığı raporları hala belki bir üslup öğrenmek isteyenler açısından son derece önemli bir ders örneğidir.
Rahmetliye baktığımızda o günlerde, en azından ben 1973 ile vefatına kadar, 1983'e kadar rahmetli oluşuna kadar olan hayatını çok yakından izledim. Her anının mücadele, her anının ciddi manada gayretle ve her anının "evet, şimdi üstad ne yapacak?" dediğiniz noktada, beklenmedik çıkışlar ile adeta karşı cephe diyebileceğimiz cenahı, gittikçe şaşırtan, onları bazen bloke eden davranışlar ile doluydu. Belki anlatmak için saatlerce konuşmak gerek ama ana hatlarıyla galiba bunu söyleyebilirim.
Bekir Salih:
Bulunduğunuz nokta itibariyle döneminin en önemli fikir insanları, şairleri ve yazarları ile yakın ilişkileriniz ahbaplıklarınız oldu. Bunlar arasında rahmetli Sezai Karakoç, İsmet Özel ve Mavera ekibinin ciddi bir bölümünü görüyoruz. Onlardan nasıl bahsedebilirsiniz. Nasıl anarsınız, hatıra olarak nasıl zikredersiniz?
Ekrem Kızıltaş:
Evet, bahsini ettiğimiz insanlar İsmet abi sağ, Allah ömürler versin. Birçoğu vefat etmiş isimler. Rabbim gani gani rahmet eylesin. O dönem, mesela işte Milli Gazete'de yazanları, Yeni Devir'de yazanları o dönemde çıkan Mavera -bir şekilde Bahri Zengin Bey Mavera'yı çıkardı- okuyorduk.
Muhtelif şekillerde çıkan bazı dergiler, gazeteler vardı. Onları takip ediyorduk. Bunlardan bazıları diyelim Ankara'da, bazıları İstanbul'daydı. İsmet abi bile mesela 1974 - 1975'e kadar bildiğim kadarıyla Ankara'daydı. Sonra İstanbul'a geldi . İstanbul'da olsanız bile bir şekilde Mehmet Akif İnan Ankara'daydı. Allah rahmet eylesin Erdem ağabey İstanbul'daydı, değişik isimler vardı. Yedi Güzel Adam'lar, farklı isimler vardı. İstanbul'daysanız Sezai Bey İstanbul'da, işte Necip Fazıl, İstanbul'da Mehmet Şevket Bey İstanbul'daydı. Onları bir şekilde bir yerde görürsünüz. Cağaloğlu'nda sokakta dolaşırken Şevket Eygi ile karşılaşma ihtimaliniz yüksektir, ben birçok defa karşılaşmışımdır.
Ekrem Kızıltaş:
Ayaküstü , hal hatır sorulmuştur ya da üstadı telaşlı bir şekilde Büyük Doğu binası na girerken görebilirsiniz ya da hasbelkader diyelim Ankara'dan İstanbul'a gelmişken Milli Gazete'ye uğrayan Mehmet Akif İnan' ı görebilirsiniz. Mecidiyeköy civarında, orada Erdem Beyazıt ağabeyi görebilirsiniz. Ya da Cahit Zarifoğlu Allah rahmet eylesin bir şekilde işi düşmüştür bir yere uğramıştır, oradan çıkarken karşılaşabilirsiniz. Ya da belki böyle önemli zamanlarda bayram seyran gibi günlerde Milli Gazete'ye gelmişlerdir ya da Yedi Devir'e gelmişlerdir bu tür karşılaşmalar çok olurdu. Şimdiden geriye baktığınızda aslında şu akla gelen gelebilir "Vay be! Keşke daha çok vakit geçirseydim, keşke daha çok yanımda bulunsaydım." Şimdi o dönemde nasıl olsa burada diyorsunuz yani orada bir yerde. "Nasıl olsa gerekirse gider görüşürüm, nasıl olsa gider yani buluşabiliriz" dediğiniz için o günler onların orada yakında olduğunu bilmenin rahatlığı ile geçen günler. Zaten her gün ya da iki günde bir üç günde bir yazdıklarını okuyorsunuz. Diyelim ki herhangi bir yerde bir konferansları, seminerleri varsa gidip onu deniliyorsunuz, izliyorsunuz. Ya da söyleyebileceğiniz bir şey varsa bugünkü gibi "Cep numarası var mıydı versene" denilecek kadar rahatlık yoktu belki ama yani yine de mesela "Cahit abiye nasıl ulaşabilirim, Erdem abiye nasıl ulaşabilirim" ya da "Ya Üstada şunu nasıl aktarabiliriz" dediğinizde yani eninde sonunda bulabileceğiniz formüller vardı.
Dolayısıyla o günler büyük ihtimal ile içinde yaşadığımız anda hakkıyla değerlendiremediğimiz günler. Bugünden geriye doğru baktığımızda hayıflanmanın alemi yok ama demek ki nasip olan neyse zaten herhalde aldığımız o kadar. Mesela ben geriye doğru baktığımda hala her hatırlayışımda kendi kendime gülerim. Rahmetli Üstad Necip Fazıl , Milli Türk Talebe Birliği'nde konferans verecek, biz de o heyecanla yeni bir amfi almışız o dönemin teknolojik şahikası. Yani muhteşem bir amfi. Amfinin başına da o konulardan en iyi anlayan bir arkadaşımızı koyduk. İşte, Elektrik Elektronik talebesiydi galiba o dönemde çok azdı o tür bölümler. Fakat amfinin bir özelliği varmış sonra öğrendik. Ses belli sesden yukarı çıkarsa amfi kendini kapatıyor, 10 saniye bekliyor yeniden açıyor. Üstad rahmetli de konuşurken arada bir sesini yükselttiğinde amfi kapanıyor, 10 saniye bekliyor yeniden açıyor.
Ekrem Kızıltaş:
Allah rahmet eylesin üstadımıza... Cemalettin Tay la idi Milli Türk Talebe Birliği Genel Başkanı döndü, "Cemalettin bu aletin başına bir çocuğu mu oturttun sen? Niye bu pıt pıt kesilip duruyor?" falan diye fırça attı. Tabii bu, salonda galiba muhteşem gülüşmelere sebebiyet verdi. Sonra olayı anladık ama üstad geldiğinde başka amfiler kullanmaya çalıştık.
Az önce söyledim işte, bayram ziyaretine gittiğinizde normal, ağır üstadlığın hemen dışında etrafa bakardı. Çikolatayı uzatır "cebinize de koyun çocuklar" falan derdi. Geldiğinde özel sohbetlerde yani genel o konferanslardaki durumun yanında Milli Türk Talebe Birliği'ne gelip orada genel başkanın ya da icra konseyi başkanının yanına gelip orada 6-7 kişilik özel sohbetler olduğunda zannediyorum asıl tadına doyulmaz sohbetler olurdu. Çünkü konferanslarda ve seminerlerde üstad başta olmak üzere o dönemde çıkan bu tür işler yapan insanların tamamı belli ölçüde bir türlü otokontrol yapmak durumundaydılar. Unutmayın o dönemde bir 163 vardı. Yani din ve dince kutsal sayılan şeyleri siyasete alet etmekle başlayan … Ama eninde sonunda herhangi bir konuşma sırasında Allah! (CC) dediğinizden hareket ile sizi birkaç sene hapse atabilecek bir uygulamaya maruz kalınabiliyordu. Dolayısıyla herkes dikkatliydi. Herkes özel sohbetler olduğunda ki ben rahmetli üstadın, Kadir Mısıroğlu'nun, Erbakan Hoca'nın, Sebahattin Zaim'in yine Ayhan Songar'ın sohbetlerini hatırladığımda belki birçok şeyi aslında o sohbetlerden öğrendiğimizi de rahatlıkla söyleyebilirim.