Barbaros Hayreddin Paşa ile Mimar Sinan'ı birleştiren türbe
Barbaros, yüzyıllarca tüm dünyada bir efsane olarak anıldı. Ne var ki gün geldi, kendi torunlarından olan nesiller onu yalnızca bir isimden ibaret zannettiler; kim olduğunu, Preveze Zaferi dışında neler yaptığını, hatta türbesinin nerede olduğunu unuttular. Donanma gemileri onu top ile selamlamayı bıraktı, Fatihalardan uzak düşürüldü. Durum böyleyken Mimar Sinan usta ile yaptığı konuşmayı yahut Seyyid Muradî'ye yazdırdığı vasiyetnameyi kim hatırlardı ki? Sizler için dünyanın tarihinde saygıyla bahsedilen Barbaros Hayreddin Paşa'yı hatırlatan özel bilgileri derledik.
Giriş Tarihi: 27.02.2019
17:00
Güncelleme Tarihi: 27.02.2019
17:59
"Bu yüzden mi konağınızın penceresinden görülebilecek bir yakınlıkta inşasını emir buyurdunuz?"
"Evet, sonunda gideceğim yeri gündüz değilse bile geceleri görerek devlet umurunu ona göre yürütmek, yelkenlerimi ona göre açmak için."
"İmarını beğendiniz mi peki?"
"Beğenmek ne kelime azizim, fevkalade!.. İşte bak, ilk arzumda ne derece haklı çıktığımı ve acelemin sebebini bütün âleme ispat etmiş oldun. Denizin ortasında bir türbe inşa etmek senin şairane eda ve mimari dehandan başka kimin aklına gelirdi ki? Sanatına hezar aferin!"
"Estağfurullah Paşa hazretleri, bir kaptan-ı deryaya başka nerede yer bulurdum?"
O çağlarda Osmanlı ülkesini adeta avuçlarına alıp kaldıranlardan yalnızca ikisi, Mimar Sinan Usta ve Kaptan-ı Derya Hızır Hayreddin Reis, bu samimi sohbeti, hamlacıların yalı kayıkhanesinden çektikleri kayıkla türbeye doğru ilerlerken sürdürdüler. Zaten gidebilecekleri mesafe çok kısaydı. Yalının üst kısmında, bizzat yaptırıp eğitime açtığı medrese ve konağının bahçe duvarlarını takiben birkaç kulaç pazu gücünden sonra durgun sular sona eriverirdi.
Küreği bizzat Hayreddin Reis çekmişti ve hâlihazırda donanmasından bir kadırga ile üç kalyonun bağlı bulunduğu beş baba taştan boşta duran beşik yontulu mermer eşik taşının hizasına geldiğinde, türbenin inşa edildiği adacığa yönelip sandalın palamarını kayıklara sıkıştırırken büyük bir huzur içindeydi.
Kaptan-ı derya teslim aldığı anahtarla açacağı kapının önündeki eyvanın altında durdu, türbeye sırtını dönüp sahile baktı. Bulundukları nokta, camiye yaklaşık seksen, yalıya da yüz arşın kadar açıktaydı. O sırada mimarbaşı konuşma gereği hissetti.
"Kusura kalmayasının Paşa Hazretleri, adacık biraz daha büyük oluverseydi hazireyi geniş tutacak, türbenizi de kadırga şeklinde inşa edecektim. "
"Keder yok azizim; işte denizin içinde ya, bundan gayrı benim bu türbeye de şu sancaklarımın dalgalandığı kadırgalarımdan biri saymam pekâlâ mümkündür. Gerçi hiç sekizgen kadırga ile denize açılıp cenge girmedim., lakin dalgalar yine de bir kadırganın karinasına değer gibi değiyor ya şu duvara… Gayrı türbemin revakını kadırgalarımdaki köşk yerine saysam, sekizgen kasnak üzerine oturttuğun kubbesine de o köşkün tavanı desem ne çıkar? Ellerin dert görmesin!"
"Hemen siz sağolun Paşa Hazretleri; türbenizin sekiz köşesini sizin için sekiz cennet olur inşallah. Gördüğünüz gibi yedi cephede ikişer pencere koydum ki yedi iklime uzanan kudretiniz buradan size yedi denizin rüzgarlarını getirsin."
"Ve tavana da çini yumurtalar gömdürmüşsün!"
"Bu da bendenizden eşiğinize bir hediye sayın Paşam!"
Kaptan-ı derya, kendisinden on yaş kadar genç olan koca Mimarbaşı'yı ödüllendirmeyi geçirdi içinden. Türbenin düz zemininden bir avuç toprak aldı. Altın niyetine mimarın avucuna koyacak ve ağırlığınca elmas verecekti. Birden elindeki toprağın kendi toprağı olduğunu fark ediverdi ve neşesine hüzün karıştı. Ovaladığı toprağı parmaklarının arasından savururken sanki günlerinin ve yıllarının da böylece savrulup gideceğini düşündüğü zannedilebilirdi. Başını tavana çevirdi ve çini yumurtaları sarıp sarmalayan lacivert ağırlıklı kalem işlerini seyretti.
"Üstad", dedi, gayriihtiyari, duraksadı ve sonra bir çocuk heyecanıyla sıraladı kelimeleri, "Zülfikâr-ı Ali ve Mühr-i Süleyman nakışlı sancağımın beylik kadırgamdan getirilerek tavandan şöyle sandukamın üzerine sarkıtıldığını hayal ediyorum. Şurada sağ yanımda oğlum Hasan'ın, onun yanında da eşimin üzerini örtecek şekilde…"
"Elbette Paşa Hazretleri, lakin ben burada dört sandukalık yer düşünmüştüm."
"Dördüncüsü kime nasip olursa artık, kısmet…"