Fransız seyyah Sultan Abdülmecid ile nasıl karşılaştı?
Dünya edebiyatının önemli yazarlarından Gerard de Nerval, çıktığı Doğu seyahatinde İstanbul'a geldi. Burada Batılı seyyahların aksine ön yargıdan uzak, şehri tanımaya çalıştı ve Osmanlı'ya hayran kaldı. Onda karamsarlığa neden olan Batı'dan kaçan Nerval'e göre Doğu, ideal bir yaşam için kardeşlik ve hoşgörü havası sunuyordu. Peki, Fransız yazar, Sultan Abdülmecid ile nasıl karşılaştı?
Giriş Tarihi: 29.12.2019
15:09
Güncelleme Tarihi: 29.12.2021
12:19
Kahvehaneden çıktıktan sonra, gördüklerim üzerine düşüncelere dalarak meydanda dolaştım. Duyduğum susuzluğun etkisinde içecek dükkanlarına yöneldim. Bu ülkede, garip bir ticaret dikkati çeker; ölçekle ya da bardakla su alabileceğiniz satıcıların (sakalar) ticaretidir bu.
Bu olağan dışı dükkanların tezgâhlarında, az ya da çok aranan sularla doldurulmuş, kaplar ve bardaklar yer alır. İstanbul'a su ancak Bozdoğan Kemeri'nden gelir, Bizans imparatorları tarafından yaptırılmış olan su sarnıçlarında saklanır. Öyle ki, İstanbul'da bu sıvı konusunda, gerçekten ağzının tadını bilenlerden, su içicilerden oluşan bir uzman kişiler grubu vardır.
Mühürlü şişelerde satılan sular
Bu tür dükkânlarda, çeşitli ülkelerin ve farklı yılların suları satılır. Sultanın içtiği biricik su olduğu için Nil suyu en beğenilenidir. Bu su İskenderiye'nin vergisinin bir bölümünü oluşturur. Bereketi, bolluğu sağladığına inanıldığı için çok ünlüdür. Yeşilimsi ve acımsı olan Fırat suyu, zayıf ve dirençsiz bünyelerin gözdesidir. Çok tuzlu olan Tuna suyu, enerjik mizaçlı erkeklerin hoşuna gider. Yıllanmış sular da vardır. Mantarla kapalı ve mühürlü şişelerde satılan 1833 tarihli Nil suyu çok pahalıya satılmaktadır.
Fransız seyyahı şaşırtan olay
Hâlâ Avrupa'nın ön yargılarının etkisindeydim ben ve ayrıntıları öğrenince şaşırmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Köleliğin Doğu'da bir çeşit evlat edinme olduğunu anlamak için biraz yaşamış olmak yeterliydi. Bu ülkede kölenin yaşam koşulları, fellahtan ve özgür rayadan çok daha iyiydi kuşkusuz.
Sultan Abdülmecid ile nasıl karşılaştı?
Limana inerken benzersiz bir gezinti arabasıyla Sultan'ın geçtiğini gördüm; geniş üstlüğü bir gölgelik gibi kare şeklinde olan ve önünde altın tel saçaklı kadife bir cibinlik eteği sarkan bu iki tekerlekli arabanın okuna iki at koşulmuştu. Sultan'ın üzerinde, Tanzimat'tan beri Türklerde gördüğümüz yakaya kadar düğmeli sade bir redingot vardı ve kimliğini belirten biricik işaret, kırmızı fesi üzerinde pırlantalarla işlenmiş imparatorluk alametiydi. Solgun ve seçkin yüzünde bir hüznün izleri vardı. Kendisini selamlamak için hiç düşünmeden şapkamı çıkardım; aslında bu bir yabancı kibarlığıydı, yoksa, Balık Pazarı'nın Ermenisi gibi bir muameleye maruz kalacağım korkusu değil kuşkusuz… Törelerin cahili olduğumu belirtiyordum ben ve bundan ötürü Sultan bana dikkatle baktı. Sultan'a selam verilmezdi aslında.
Kalabalıkta bir an için gözden kaybettiğim arkadaşım şöyle dedi bana: "Sultan'ı izleyelim, bizim gibi o da Pera'ya gidiyor; ama onun, Haliç üzerindeki dubalı köprüden geçmesi gerekiyor. Bu en uzun yol, ama kayığa binmek gereksiz; üstelik şu anda deniz biraz dalgalı."
İki yanında camiler ve göz kamaştırıcı bahçeler bulunan uzun bir yoldan ağır ağır inen gezinti arabasının arkasına takıldık. Birkaç dönemeçten sonra, bu yolun bitiminde Fener'e ulaşılıyordu. Burada, seçkin Rum tüccarlar ve prensler yaşıyor. Bu mahallenin birçok evi saray gibi ve özellikle Türklerin yaşadığı İstanbul'un içinde, duvarları parlak renkli resimlerle süslü birkaç kilise, büyük camilerin gölgesine sığınmış.