İstanbul'un tarihe damga vuran 10 önemli olayı
Takvim yaprakları 22 Ağustos 1509'u gösterdiğinde, 'Küçük Kıyamet' olarak anılan ve 45 gün süren olayın, İstanbul Depremi olduğunu biliyor muydunuz? Ya da 1954'ü… İnsanlar boğazdan yürüyerek geçtiler. Evet, bildiğimiz boğaz, İstanbul Boğazı. Deniz dondu. Deniz asfalta döndü. Nasıl peki, ne oldu da böyle oldu? Sizler için, binlerce yıldır yerleşime sahne olup on altı yüzyıl boyunca birçok imparatorluğa başkentlik yapan İstanbul'un tarihe damga vuran 10 önemli olayını derledik.
Giriş Tarihi: 05.04.2019
12:12
Güncelleme Tarihi: 01.06.2020
14:14
Yukarıda anlatılan film, 'Bir Trenin Ciotat Garı'na Varışı' idi. Bu ve diğer filmler İstanbul, özellikle de Beyoğlu ahalisi tarafından büyük bir hayranlık ve şaşkınlık izlenmişti. İstanbul'da halka açık ilk sinema filmi gösterimi, bir Polonyalı olan Sigmund Weinberg tarafından, 1896 yılında gerçekleşmişti. Sigmund Weinberg, yurtdışından başta fotoğraf malzemeleri olmak üzere gramofon gibi birçok teknolojik buluşu Osmanlı'ya getiren kişidir. Bu ilginç adam, sonraları Fransız Pathe Kardeşler film şirketinden Türkiye temsilcisi olmuşlardır. Weinberg, İstanbul'a ilk daimi sinema salonunu da, 1908 Tepebaşı'ndan açtığı Pathe Sineması'yla kazandırmıştır.
KÜÇÜK KIYAMET (22 AĞUSTOS 1508)
İstanbul tarihindeki en yıkıcı afetlerden biri olması nedeniyle Küçük kıyamet olarak nitelendirilen bu depremde hayatını kaybedenlerin sayısıyla ilgi 5 bin ila 15 bin arasında rakamlar verilmektedir. Can kaybının bu denli fazla olmasının önemli bir nedeni olarak depremin gece meydana gelmiş olması gösterilmişti. Artçı sarsıntıların bir buçuk ay devam ettiğ 1509 depreminde yüzün üzerinde camii ve mescit, bin yüz kadar ev ve sayısız dükkan tamamen yıkılmıştır. Deprem sırasında denizin yükseldiği ve şehrin alçak kesimlerini su bastığı da söylenir.
Depremin İstanbul'daki bilinen tahribatından bazıları şu şekildedir: Yedikule'den Bahçekapı'ya kadar olan surların önemli bir kısmı yıkılmış, Fatih ve Bayezid camilerinin kubbeleri zarar görmüş, suyolları mahvolduğundan şehrin bazı kesimlerini su basmıştır. Ayrıca Karaman semtinin harap olduğu,Topkapı Sarayı, Galata Kules, Küçükçekmece ve Büyükçekmece köprüleri, Anadolu Hisarı ve Rumeli Hisarı'nın kısmen zarar gördüğü de bilinmektedir. Bu deprem ve artçıları İstanbulluların psikolojisi üzerine derin izler bırakmış, kaybedilen eş dost ile mal ve mülke duyulan üzüntünün dışında, insanlar uzun süre ölüm korkusuyla evlerine girememişlerdir. Hatta dönemin padişahı İkinci Bayezid'in de aynı korkuyla, sarayın bahçesine kurdurduğu bir çadırda on gün kaldığı, ardından da Edirne'ye gittiği bilinmektedir.
Depremden sonra, yaraların sarılması, harap olan binaların yeniden inşası için Osmanlı idaresince çalışmalar hemen başlatılmştır. Buna göre; İstanbul'da yıkılan evleri yaptırmak için 20 evden bir kişi ve ev başına 22'şer akçeyle ceaor denen ücretli işçiler tedarik edilmiştir. Bu şekilde Anadolu'dan 37 bin, Rumeli'den ise 29 bin cerahor getirilmiş, ayrıca üç bin kadar da mimar ve dülger de İstanbul'a çalışmaya gelmiştir. Devlet, stanbul ahalisinin bozulan ruhsal durumunu düzeltmek için de çaba sarf etmiş, fukaraya değerli tabak ve tepsilerde yiyecek ve içececek dağıtılarak, bir tür zenginlik gösterisi yapma gereği duyulmuştur.
AYASOFYA'NIN AÇILIŞI (27 ARALIK 537)
Dünyanın önde gelen mimari eserlerinden biri olan Ayasofya'nın uzun tarihi, 4.yüzyılın ikinci yarısında, İmparator Konstantinos zamanında başlar. Bizans sanatının en büyük eseri olan bu yapı, Hıristiyan üçlemesindeki Kutsal Hikmet'e adandığından ''Ayda Sofia'' olarak tanınmıştır. Ahşap çatılı bir bazilika olan ilk Ayasofya binası 360 yılında ibadete açılmış; ancak 404 yılındaki bir isyan sırasında yanınca, yerine daha büyük ölçülerde inşa edilen ikinci kilise 415 yılında törenle açılmıştı. Ne var ki 532 yılındaki Nika isyanı sırasında Ayasofya Kilisesi de yıkılıp yakılmıştı.
Bunun üzerine imparator İustinianos, Adem'den beri hiçbir devirde görülmemiş eve görülemeyecek'' bir ibadethane inşa ettirmek için harekete geçmişti. Önceki kilisenin kalıntılarının üzerine 532 yılında yapılmaya başlanan, bu mabedin yapımı beş yılda tamamlandı. İmparator hiçbir masraftan kaçınmayarak hazinesini bu en muhteşem mimarların önüne saçtı. İnşaatta, imparatorluğun hemen her yerinde mevcut olan erken devir kalıntılarından getirilerek çok sayıda mermer parça ve sütunları kullandı.