‘Modernlik’ adı altında geleneğin reddi
Modern aslında klasikten beslenir. Moderniteyi ortaya çıkaran Batı, moderni geleneğin içinden "farklı bir yeni çıkarmak" olarak değerlendirdi ve böylelikle kendi klasiklerini sürekli yenileyerek, yeni biçimlerde üreterek geçmişiyle bir kopukluğun oluşmasına izin vermedi. Hatta gerektiğinde geleneğini icat ederek, kendi tarihi kültür ve kimliğini eski Yunan'a kadar bağladı. Türkiye'de ise modernlik, ne yazık ki uzun bir süre gelenekselin reddi olarak anlaşıldı…
Giriş Tarihi: 21.01.2019
12:50
Güncelleme Tarihi: 21.01.2019
12:58
İHYA ETMEK YERİNE KAPATTILAR
Uzun süre zirve beyinler yetiştiren, İslâm kültür ve medeniyetinin gelişiminde önemli bir yapı taşı olan ve mantık eğitimine büyük önem veren medrese sistemi zamanla örselenip eleştirilere maruz kaldı.
Osmanlı'nın sonunda yozlaşarak sıkıntıya neden olan medreselerin ihya edilmek yerine 1924'te kapatılması da Türkiye'de din ilimlerinde büyük bir boşluğa yol açtı. Önceleri devlet güdümlü bir müfredata zorlanan medreselere bir süre sonra "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" ile tamamen sırt dönülerek ciddi bir tırpan vuruldu ve bu önemli geleneksel eğitim sistemi tamamen ortadan kaldırılmak istendi.
İlim irfan sahibi insanları tanımlayan "mektep medrese görmek" deyimine ilham veren medreseler aleyhlerine propaganda yapılan uzun bir dönem boyunca "kara cehalet" ile özdeşleştirilmekten kurtulamadı. Yerlerine açılan ilahiyat fakültelerini Ali Fuat Başgil şöyle eleştiriyordu: "İlahiyat fakültesi din âliminden çok din tenkitçisi yetiştirir."
Devletin yeni paradigması resmî olarak medreseleri ortadan kaldırmış olsa da özellikle dinî eğitim açısından resmî yeni okulları yetersiz gören mütedeyyin kesimler medrese geleneğini gayrı resmî olarak yaşattı. Özellikle resmî ideolojinin daha zor nüfuz ettiği doğu vilayetlerinde Siirt, Nurşin ve Tillo'da medrese geleneği sadece dinî ilimler kapsamında günümüze dek yaşatıldı.
ÖZ SANATIMIZ HOR GÖRÜLÜRKEN ‘GELENEKLİ SANATLAR’
Hat, tezhip, kat'ı, çini, minyatür, ebru, ciltçilik, dokumacılık, bakırcılık, keçecilik, kanaviçe, halıcılık, ipekçilik, çömlekçilik gibi sanat ve zanaatlar toplumumuzun geçmiş dönemlerinde artık gelenek oluşturacak kadar damga vurdular. Öyle ki bu sanatların baş tacı olan hat sanatının geleneğimizde ulaştığı seviyeye işaret olarak "Kur'an Mekke'de nazil oldu, Kahire'de okundu, İstanbul'da yazıldı" gibi vecizeler dillere pelesenk oldu.
Ne var ki, kimisi zamanın getirdiği yeni teknik ve ihtiyaçların değişmesiyle doğal olarak, kimisi ise kültürel siyasi tercihler nedeniyle ihmal ya da göz ardı edildiler. Sayıları 300'ü bulan geleneksel sanat ve el sanatlarımız içinde ekonomik değerini kaybedenlerin çoğu çoktan yok olup gitti bile.
BİR AVUÇ SANATKÂRIN ELİNDE YAŞATILMAYA ÇALIŞILDI
Hat başta olmak üzere sanat boyutu olanlar ise yakın geçmişte özellikle resmî ideoloji ve toplumun ideolojik bir kesimi tarafından özellikle hor görüldü ya da inkâr edildi. Bilhassa 1980'lere kadar ekonomik değerini kaybetmemiş çini ve halıcılık dışında geleneksel ya da gelenekli sanatlarımızın tamamı bir avuç geçmişe saygılı ustanın, kültür aşığının, meraklının gayret ve himmetleriyle icra edildi, toplanıldı ve yaşatılmaya çalışıldı.
Tüm reddiye ve ihmallere rağmen klasik sanatlarımız az sayıdaki gönül ve estetik ehli vasıtasıyla unutulmamakta direndi. 1970 ve 80'lerde bir kıpırdama içine giren geleneksel estetik değerlerimiz 90'lı yıllardan sonra hızlı bir yükselişe geçti. Bugün özellikle hat, tezhip, minyatür, çini, ebru gibi sanatlar oldukça revaçta ve binlerce kişi tarafından icra ediliyor. Uzun lafın kısası gelenekli sanatlar direndikçe kazanıyor.
KLASİK TÜRK MÜZİĞİ NASIL YASAKLANDI?
"Çok insan anlayamaz bizim musikimizden Ve ondan anlamayan hiçbir şey anlamaz bizden."
Yahya Kemal'in bu beyti, öz musikimizin ne anlama geldiğini gayet iyi ifade ediyor. Bununla beraber Orta Asya'dan gelen kopuzla birlikte sistemleşmiş bulunan Türk Musikisi geleneğine her dönem itibar edildiğini söylemek mümkün değil. Bu kültür değeri ve geleneğimizdeki kırılmayı 1934'e kadar götürmek mümkün…
Kendisi de Türk musikisi tutkunu olan ve "Türk musikisi yüksek bir medeniyetin musikisidir. Bu musikiyi bütün dünyanın anlaması gerektir" sözünün sahibi Mustafa Kemal Atatürk'ün dinlediği bir musiki heyetinin kötü icrası sonrasında söylediği "Bu musiki bizim heyecanımızı ifade etmekten uzaktır" sözü, ne yazık ki kraldan çok kralcılar tarafından bin yıllık Klasik Türk Müziği'nin yasaklanması gibi bir gelenek imhasına yol açacak şekilde yorumlandı.
O günlerde bir musiki tartışması açılmakta gecikilmedi ve akıl mantık dışı bir kararla 1934-36 arası Türk müziği radyodan kaldırıldı. Vasfi Rıza Zobu, bir mecliste Mustafa Kemal'in bu durumdan pişmanlığını kendisine bizzat şu sözlerle anlattığını nakleder: "Ne yazık ki, benim sözlerimi yanlış anladılar (…) 'Biz de Türk musikisini milletlerarası bir sanat hâline getirelim!' istedim. 'Türk'ün nağmelerini kaldırıp atalım, sadece garp milletlerinin hazırdan musikisini alıp kendimize mal edelim, yalnız onları dinleyelim' demedim. Yanlış anladılar sözümü, ortalığı öyle bir velveleye verdiler ki ben de bir daha lafını edemez oldum." Ancak asıl yasak eğitimde çok daha uzun sürecekti.
KONSERVATUARA LAYIK GÖRÜLMEYEN ÖZ MÜZİĞİMİZ
Dönemin Eğitim Bakanlığı da resmî belgelerde "alaturka" olarak anılan Türk müziği eğitiminin yasaklanmasına karar verirken, İstanbul valiliği de bu musikiyi resmî alanlardan yasaklıyordu…
Bu yasak, dinî-tasavvufi müziği de kapsayacak şekilde 50 yıl hüküm sürecek ve resmî kurumlar Türk müziğinden ısrarla uzak kalacaktı. Açıkçası kendi öz müziğimiz bir konservatuara bile layık görülmüyordu.
Bununla beraber halk kendi öz kültürünün önemli bir unsuru olan musikiden vazgeçmeyecek ve alaturka plaklarla ve gazinolarla, dinî musiki ise eski dergâhların anlayışını yürütmeye çalışan vakıflarda yaşatılmaya devam edecekti. Devletin bu konudaki inadı ancak 1976 yılında açılan bir Türk Müziği Konservatuarı ile son buldu.