‘Modernlik’ adı altında geleneğin reddi
Modern aslında klasikten beslenir. Moderniteyi ortaya çıkaran Batı, moderni geleneğin içinden "farklı bir yeni çıkarmak" olarak değerlendirdi ve böylelikle kendi klasiklerini sürekli yenileyerek, yeni biçimlerde üreterek geçmişiyle bir kopukluğun oluşmasına izin vermedi. Hatta gerektiğinde geleneğini icat ederek, kendi tarihi kültür ve kimliğini eski Yunan'a kadar bağladı. Türkiye'de ise modernlik, ne yazık ki uzun bir süre gelenekselin reddi olarak anlaşıldı…
Giriş Tarihi: 21.01.2019
12:50
Güncelleme Tarihi: 21.01.2019
12:58
KLASİK TÜRK MÜZİĞİ NASIL YASAKLANDI?
"Çok insan anlayamaz bizim musikimizden Ve ondan anlamayan hiçbir şey anlamaz bizden."
Yahya Kemal'in bu beyti, öz musikimizin ne anlama geldiğini gayet iyi ifade ediyor. Bununla beraber Orta Asya'dan gelen kopuzla birlikte sistemleşmiş bulunan Türk Musikisi geleneğine her dönem itibar edildiğini söylemek mümkün değil. Bu kültür değeri ve geleneğimizdeki kırılmayı 1934'e kadar götürmek mümkün…
Kendisi de Türk musikisi tutkunu olan ve "Türk musikisi yüksek bir medeniyetin musikisidir. Bu musikiyi bütün dünyanın anlaması gerektir" sözünün sahibi Mustafa Kemal Atatürk'ün dinlediği bir musiki heyetinin kötü icrası sonrasında söylediği "Bu musiki bizim heyecanımızı ifade etmekten uzaktır" sözü, ne yazık ki kraldan çok kralcılar tarafından bin yıllık Klasik Türk Müziği'nin yasaklanması gibi bir gelenek imhasına yol açacak şekilde yorumlandı.
O günlerde bir musiki tartışması açılmakta gecikilmedi ve akıl mantık dışı bir kararla 1934-36 arası Türk müziği radyodan kaldırıldı. Vasfi Rıza Zobu, bir mecliste Mustafa Kemal'in bu durumdan pişmanlığını kendisine bizzat şu sözlerle anlattığını nakleder: "Ne yazık ki, benim sözlerimi yanlış anladılar (…) 'Biz de Türk musikisini milletlerarası bir sanat hâline getirelim!' istedim. 'Türk'ün nağmelerini kaldırıp atalım, sadece garp milletlerinin hazırdan musikisini alıp kendimize mal edelim, yalnız onları dinleyelim' demedim. Yanlış anladılar sözümü, ortalığı öyle bir velveleye verdiler ki ben de bir daha lafını edemez oldum." Ancak asıl yasak eğitimde çok daha uzun sürecekti.
KONSERVATUARA LAYIK GÖRÜLMEYEN ÖZ MÜZİĞİMİZ
Dönemin Eğitim Bakanlığı da resmî belgelerde "alaturka" olarak anılan Türk müziği eğitiminin yasaklanmasına karar verirken, İstanbul valiliği de bu musikiyi resmî alanlardan yasaklıyordu…
Bu yasak, dinî-tasavvufi müziği de kapsayacak şekilde 50 yıl hüküm sürecek ve resmî kurumlar Türk müziğinden ısrarla uzak kalacaktı. Açıkçası kendi öz müziğimiz bir konservatuara bile layık görülmüyordu.
Bununla beraber halk kendi öz kültürünün önemli bir unsuru olan musikiden vazgeçmeyecek ve alaturka plaklarla ve gazinolarla, dinî musiki ise eski dergâhların anlayışını yürütmeye çalışan vakıflarda yaşatılmaya devam edecekti. Devletin bu konudaki inadı ancak 1976 yılında açılan bir Türk Müziği Konservatuarı ile son buldu.
GERÇEK ‘İNSAN’ OLMA OKULLARI: TASAVVUF-TEKKE GELENEĞİ
İnsanın kendisini/özünü keşfetmesi, bulması, düşkün vasıflardan kurtularak gerçek insan olması, varlığın hakikatine uyanması ve ahlaken yücelmesi hedefini güden eğitim/bilinçlenme anlamına gelen tasavvuf anlayışı esasen 13'üncü yüzyıldan bugüne dek Türkiye'de kurumsallaşarak toplumun tüm kesimlerine temas eden derin bir gelenek oluşturmuştu.
"Kendini bilen Rabbini bilir" sözü uyarınca öz benliğini keşfeden insanlar yetiştirmeyi hedefleyen bir irfani eğitim yolu olan tasavvufun ehil ellerde icra edildiği ve insanları kucakladığı yerler olan tekkeler de sadece Türkiye'de değil İslam coğrafyasında toplumun tüm kesimlerini kucaklayarak vazgeçilmez kurumlara dönüşmüştü. Bu anlamda hem Türk hem İslam toplumlarının en derin ve temel geleneğine dönüşmüşlerdi. Öyle ki sadece payitaht İstanbul'da 20'nci yüzyıla gelene kadar 400 tekke hizmette bulunuyordu.
28 ŞUBAT DÖNEMİNE DE MAŞA EDİLDİ
Zaman içinde tekkelerin bir kısmında görülen yozlaşmalar bu kurumları ehliyetsiz kişilerin elinde yozlaşmaya sürükledi ve birer tasavvuf okulu olan tekke ve dergâhların itibarına da gölge düşürdü. Bu itibar kaybı sahih bir şekilde işleyen tekkeleri de etkiledi ve 1925 senesi, tasavvuf akademileri olan tekkelerin resmî anlamda sonu oldu. "Türkiye Cumhuriyeti artık şeyhler, dervişler ve müritler memleketi" olamaz denilerek 30 Kasım 1925'te kapatıldılar.
Yozlaşmış ve ehliyetsiz tekkelerin yanında sahihlerin de yandığı bu yasaklama dönemi 8 yüzyıllık bu geleneği toplumun tümünün nazarında sıfırlamaya yetmedi hâliyle. Tabii ki arada oluşan boşluk dolayısıyla zaman zaman ehliyetsiz, dengesiz ve ölçüsüzlerin de arz-ı endam etmeye başladığı bu alan 28 Şubat süreci gibi dönemlerde siyasi mühendislik ve manipülasyonlara maşa da edildi. Ancak sahtelerinin yanında sahih tasavvuf ve tekkeler 80 yıla yakın bir süre boyunca hizmetlerine gözlerden ırak şekilde devam ederek manevi gelişme peşinde koşan taliplere sessiz sedasız ulaşmayı sürdürdüler.
EDEPLE GELEN LÜTUFLA GİDER: TÜRBE VE TÜRBEDARLIK GELENEĞİ
Türbeler, türbedarlık ve türbe ziyaretleri günümüzde oldukça revaçta. Hâlen toplumsal hayatın bir kenarında yaşamakta olan bu gelenek Türklerin sadece İslamiyet dönemine ait değil, kökleri çok daha eski dönemlere dayanıyor. Ataları adına "kurgan" adı verilen büyük kabirler yapan kadim Türkler, kurganlara ihtimam gösterir hatta bu kabirlere yapılan saldırıları savaş nedeni dahi sayarlardı.
Dolayısıyla kurgan denilen türbeler ve bunları koruyup hizmet eden türbedarlık Türklerin daha şaman ya da kaman dininde oldukları dönemlerde revaçtaydı. Bu gelenek İslamiyet'e geçişle son bulmadığı gibi sonraki tüm kültürlerde daha görkemli mimari üsluplarla geliştirilerek sürdürüldü. Türbeler ve türbe ziyaretlerinin dinî açıdan ne kadar caiz olduğu hâlen oldukça tartışmalı bir konu ancak ne var ki bu somut olarak varlığını sürdürmeye devam eden bir gelenek.