‘Modernlik’ adı altında geleneğin reddi
Modern aslında klasikten beslenir. Moderniteyi ortaya çıkaran Batı, moderni geleneğin içinden "farklı bir yeni çıkarmak" olarak değerlendirdi ve böylelikle kendi klasiklerini sürekli yenileyerek, yeni biçimlerde üreterek geçmişiyle bir kopukluğun oluşmasına izin vermedi. Hatta gerektiğinde geleneğini icat ederek, kendi tarihi kültür ve kimliğini eski Yunan'a kadar bağladı. Türkiye'de ise modernlik, ne yazık ki uzun bir süre gelenekselin reddi olarak anlaşıldı…
Giriş Tarihi: 21.01.2019
12:50
Güncelleme Tarihi: 21.01.2019
12:58
KONSERVATUARA LAYIK GÖRÜLMEYEN ÖZ MÜZİĞİMİZ
Dönemin Eğitim Bakanlığı da resmî belgelerde "alaturka" olarak anılan Türk müziği eğitiminin yasaklanmasına karar verirken, İstanbul valiliği de bu musikiyi resmî alanlardan yasaklıyordu…
Bu yasak, dinî-tasavvufi müziği de kapsayacak şekilde 50 yıl hüküm sürecek ve resmî kurumlar Türk müziğinden ısrarla uzak kalacaktı. Açıkçası kendi öz müziğimiz bir konservatuara bile layık görülmüyordu.
Bununla beraber halk kendi öz kültürünün önemli bir unsuru olan musikiden vazgeçmeyecek ve alaturka plaklarla ve gazinolarla, dinî musiki ise eski dergâhların anlayışını yürütmeye çalışan vakıflarda yaşatılmaya devam edecekti. Devletin bu konudaki inadı ancak 1976 yılında açılan bir Türk Müziği Konservatuarı ile son buldu.
GERÇEK ‘İNSAN’ OLMA OKULLARI: TASAVVUF-TEKKE GELENEĞİ
İnsanın kendisini/özünü keşfetmesi, bulması, düşkün vasıflardan kurtularak gerçek insan olması, varlığın hakikatine uyanması ve ahlaken yücelmesi hedefini güden eğitim/bilinçlenme anlamına gelen tasavvuf anlayışı esasen 13'üncü yüzyıldan bugüne dek Türkiye'de kurumsallaşarak toplumun tüm kesimlerine temas eden derin bir gelenek oluşturmuştu.
"Kendini bilen Rabbini bilir" sözü uyarınca öz benliğini keşfeden insanlar yetiştirmeyi hedefleyen bir irfani eğitim yolu olan tasavvufun ehil ellerde icra edildiği ve insanları kucakladığı yerler olan tekkeler de sadece Türkiye'de değil İslam coğrafyasında toplumun tüm kesimlerini kucaklayarak vazgeçilmez kurumlara dönüşmüştü. Bu anlamda hem Türk hem İslam toplumlarının en derin ve temel geleneğine dönüşmüşlerdi. Öyle ki sadece payitaht İstanbul'da 20'nci yüzyıla gelene kadar 400 tekke hizmette bulunuyordu.
28 ŞUBAT DÖNEMİNE DE MAŞA EDİLDİ
Zaman içinde tekkelerin bir kısmında görülen yozlaşmalar bu kurumları ehliyetsiz kişilerin elinde yozlaşmaya sürükledi ve birer tasavvuf okulu olan tekke ve dergâhların itibarına da gölge düşürdü. Bu itibar kaybı sahih bir şekilde işleyen tekkeleri de etkiledi ve 1925 senesi, tasavvuf akademileri olan tekkelerin resmî anlamda sonu oldu. "Türkiye Cumhuriyeti artık şeyhler, dervişler ve müritler memleketi" olamaz denilerek 30 Kasım 1925'te kapatıldılar.
Yozlaşmış ve ehliyetsiz tekkelerin yanında sahihlerin de yandığı bu yasaklama dönemi 8 yüzyıllık bu geleneği toplumun tümünün nazarında sıfırlamaya yetmedi hâliyle. Tabii ki arada oluşan boşluk dolayısıyla zaman zaman ehliyetsiz, dengesiz ve ölçüsüzlerin de arz-ı endam etmeye başladığı bu alan 28 Şubat süreci gibi dönemlerde siyasi mühendislik ve manipülasyonlara maşa da edildi. Ancak sahtelerinin yanında sahih tasavvuf ve tekkeler 80 yıla yakın bir süre boyunca hizmetlerine gözlerden ırak şekilde devam ederek manevi gelişme peşinde koşan taliplere sessiz sedasız ulaşmayı sürdürdüler.
EDEPLE GELEN LÜTUFLA GİDER: TÜRBE VE TÜRBEDARLIK GELENEĞİ
Türbeler, türbedarlık ve türbe ziyaretleri günümüzde oldukça revaçta. Hâlen toplumsal hayatın bir kenarında yaşamakta olan bu gelenek Türklerin sadece İslamiyet dönemine ait değil, kökleri çok daha eski dönemlere dayanıyor. Ataları adına "kurgan" adı verilen büyük kabirler yapan kadim Türkler, kurganlara ihtimam gösterir hatta bu kabirlere yapılan saldırıları savaş nedeni dahi sayarlardı.
Dolayısıyla kurgan denilen türbeler ve bunları koruyup hizmet eden türbedarlık Türklerin daha şaman ya da kaman dininde oldukları dönemlerde revaçtaydı. Bu gelenek İslamiyet'e geçişle son bulmadığı gibi sonraki tüm kültürlerde daha görkemli mimari üsluplarla geliştirilerek sürdürüldü. Türbeler ve türbe ziyaretlerinin dinî açıdan ne kadar caiz olduğu hâlen oldukça tartışmalı bir konu ancak ne var ki bu somut olarak varlığını sürdürmeye devam eden bir gelenek.
HALK YASAKLARA RAĞMEN İLGİSİNİ KESMEDİ
Cumhuriyet döneminin tekke ve zaviyeleri yasaklayan kanunu türbeleri de yasaklamış ve türbedarlık benzeri payeleri kaldırmıştı. Ancak bu kanun yürürlüğe girmesinden sonra yapılması muhtemel türbeleri önleyebildi, geçmişten intikal eden türbeler ise halk arasında gördükleri hürmete binaen varlıklarını ve popülerliklerini korumayı sürdürdüler.
Modern dönem elitinin hor görmesine aldırmayan halk, Osmanlı döneminde de itibar gösterilen türbelere olan ilgisini kesmedi. Hatta türbelerin kapatılmasına tepki gösterdi. Bu tepki diğer türbelerin yanında büyük ve tarihi şahsiyetlerin türbelerinin de kapatılmasına yol açan kanunun 1946'da esnetilerek tarihi şahsiyetlerin türbelerinin yeniden açılmasına ön ayak oldu.
Batıl ya da hak olsun halkın büyük kısmı yeni türbe yapılmasına izin verilmese de eski türbeleri ziyaret ve koruma geleneğinden vazgeçmediği gibi türbedarlık geleneği de yıllar boyu gönüllü şahıslar tarafından sürdürüldü ve sürdürülüyor.