Osmanlı'da görülen hastalıklar ve tedavi yöntemleri
Hastalıklar toplumların baş etmek zorunda olduğu büyük sorunlardan biridir. Özellikle de salgın hastalıklar beraberinde binlerce ölüm ve sakatlık getirirdi. Bu hastalıklardan Osmanlı da nasibini alarak veba, cüzzam, çiçek gibi ciddi hastalıklarla yüz yüze gelmişti. Bu dönemde görülen hastalıklar önemli seyyahların seyahatnamelerine de yansımıştı. Peki, Osmanlı'da bu hastalıklara karşı uygulanan tedavi yöntemleri nelerdi? Sizler için seyahatnamelerde görülen Osmanlı'daki hastalıklar ve tedavi yöntemlerini derledik.
Mide hastalığı, 17. yüzyılda Mısır'da oldukça yaygındı. Mısır'ı ziyaret eden Thevenot, hastalığın genellikle üşütme sonucu ortaya çıktığını kaydeder. Thevenot'un naklettiğine göre: "Sonbaharda Nil kabardığında hummaya ve tehlikeli kan toplamalara neden olur. Mideyi sıkı örtüp sıcak tutmak gerekir."
Evliya Çelebi Bitlis'te bulunduğu sırada binlerce hünere sahip birisi olarak tanıttığı Abdal Han'ın aynı zamanda göz hekimliğindeki becerisini de hayranlıkla kaleme almıştı. Hanın kehhallıktaki (göz hekimliği) becerisini anlatırken göz hastalıklarına da değinmişti. Bunlar göze perde ve kara su inmesi şeklinde tanımladığı iki hastalıktı. Evliya'ya göre gözün arka tarafında buhardan oluşmuş kara su görme yeteneğini yok etmekteydi. Abdal Han ise elindeki eğri ve içi boş bir mili hastanın gözünün arkasına sokup o mili emerek gözde birikmiş kara suyu çekerek hastayı tedavi etmişti.
GÖZ HASTALIKLARINDAN KORUNMAK İÇİN NE YAPILIRDI?
Yabancı seyyahların dikkatini çeken bir diğer hastalık ise göz hastalıklarıydı. Özellikle Erzurum ve Kahire'de bu hastalıkların sık sık görüldüğünden bahsederler. Yine bu yabancı seyyahlara göre Erzurum'un soğuk ve karlı havası, Mısır'ın sıcak, rüzgârlı ve kumlu havasından kaynaklanır. Kahire göz hastalıklarından korunmak için insanlar gözlerine mavi gözbağı bağlardı. Erzurum'da ise insanlar gözlerini korumak için siyah bürümcük tarzında dokunan beyaz bir ipek mendille örterdi. Bazıları da bir başka alternatif olarak kenarları keçi kılından yapılmış ve uzun kıllan yüzlerine kadar düşen kürklü büyük takkeler giyerdi.
Bu hastalık karşımıza sadece Avrupalı seyyah Thevenot Seyahatnamesinde çıkar. Abu şamaa hastalığı, kuvvetli öksürük olarak tanımlanabilir.
Hastalığa şahit olan Avrupalı seyyahın naklettiğine göre, 1658 yılının Mart ayında Mısır'da kendini gösteren Abu Şamaa baş ağrısı ve ateşle başlayıp, nezleyle devam eden; yükselen ateşin de vücutta kırıklar varmış gibi etki bıraktığı büyük küçük herkeste olan ve çok hızlı bulaşan bir hastalıktı. . Hastalığın adının nereden geldiğini Thevenot şu şekilde anlatır:
"Bu hastalığa Abu Şamaa adını vermişlerdi; bunun nedeni birkaç ay önce yapılmış "abu şamaa" diye başlayıp "ha, ha, ha" diye biten bir şarkıydı; bu hastalık da insanı öksürttüğü için "ha, ha, ha" benzeri bir ses çıkartılıyordu; bu nedenle paşa bu şarkının söylenmesini yasakladı ve bu yasağı öyle katı bir biçimde uyguladı ki subaşı sokaklarda bu şarkıyı söyleyen birine rastlayınca, çoluk çocuk dinlemeden, yere yıktırıp falakaya çekiyordu. Çünkü çok uzaklara kadar yayılan hastalığı bu şarkının getirdiğine inanıyorlardı."
Tarifler görünüm itibariyle, insan vücudundaki iyot oranın belli bir düzeyden daha düşük veya daha yüksek olması sonucun boğazda troid bezinin büyümesiyle ortaya çıkan guatr hastalığına benzer.