Osmanlı'ya tanıklık etmiş çeşmeler
Temizlik ve içme suyu ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılan çeşme ve sebillerin İstanbul'un mimarî dokusunda bıraktığı derin izler, hem Osmanlı pâyitahtı olmasından hem de başından itibaren dinsel-sosyal işlevle iç içe geçmiş olmasından kaynaklanan farklı özellikler içerir. Osmanlılar, bir yandan kamu yapıları için pratik olgulara ve gündelik gereksinimlere değer verirken, diğer yandan bu yapılanların estetik çevre düzenlemeleri içinde olmasına ve çeşitli şekillerde zenginleştirilmelerine de önem veriyorlardı. Peki, Osmanlı'nın tarihe tanıklık etmiş çeşmeleri nelerdi?
Giriş Tarihi: 04.07.2019
15:32
Güncelleme Tarihi: 05.07.2021
11:10
Çeşme mimarisinde yeni dönem, Aksaray Pertevniyal Valide Sultan Çeşmesi'nde (1881) başladı. Yıldız'daki II. Abdülhamid Meydan Çeşmesi, Pertevniyal Valide Sultan Çeşmesi'ndeki tasarımın bazı yönlerini devam ettiren bir örnekti. Osmanlı-Türk çeşme mimarisi, en son dönemini 20.yüzyılın başlarındaki I. Ulusal Mimarlık Akımı döneminde yaşayacak ve hemen hemen aynı yıllarda çeşme mimarisinin artık simgesel önemini kaybetmeye başladığını düşündüren arayışlar görülür. En bilinen örneği, 1910 yılında, daha önce Paris'te yapılmış olan demir dökme çeşmelerin, Osmanlı sanatına uygun örneklerinin yaptırılıp Galatasaray Lisesi Avlusu ve Ziverbey Yolu gibi İstanbul'un çeşitli yerlerine yerleştirilmesiydi.
İstanbul'un gerdanındaki inciler: Kadın çeşmeleri
KENDİNE ÖZGÜ BİR KİŞİLİĞİYLE SEBİLLER
İstanbul'da yüzyıllar boyunca çeşmeler ile birlikte halkın su ihtiyacını karşılayan, başka bir yapı daha vardır. Sebil ya da Sebilhâne... Sebillerin erken örneklerinin, Selçuklular döneminde kullanılmış olduğu bilinir. Bunlar, belirleyici nitelikleri olan bağımsız yapılar olmayıp, yalnızca musluklu bir tekne veya küpten ibarettir. İçlerinde iyi su bulunan bu su küpleri veya teknelerinin kirlenmelerinin ya da belki de kırılmalarının önüne geçmek için bir mekân içine alınmasıyla,"sebilhâne" denilen, sebil mimarisinin en erken örnekleri ortaya çıkmıştır. Halka içecek su dağıtmak için inşa edilmiş ve "kendine özgü bir kişiliği" olan bu yapıların İstanbul'daki en eski örneği, Şeyhülislâm Efdalzâde Seyyid Hamideddin Efendi'nin Fatih Nişanca'da yaptırmış olduğu sebildir. Klasik devir sebilleri, mimarî açıdan bu dönem çeşmeleri gibi mütevazı ve sadeydi. Sebillerin kapalı mekânının hazne duvarında bir çeşme, cephede ise su dağıtımı için, kemerle ya da kirişle oluşturulan, dökme tunç veya demirden şebekeli pencere açıklığı vardır. Sebillerin en ayırt edici özellikleri olan bu şebekeler, klasik dönem Osmanlı sanatına uygun olarak, geometrik veya rûmî motiflerinde.
Mimar Davud Ağa'nın yaptığı Çarşıkapı'daki Koca Sinan Paşa sebili, klasik yapıdaki sebillerin en önemli özelliklerini barındırır. Fakat yine çeşme mimarlığı gibi, sebil mimarlığının da sade yapısı 18. yüzyılda değişmeye başladı. Bunun sonucu olarak, banisinin statüsüne, işlevine ve konumuna göre değişiklikler göstermekle birlikte, Barok-Rokoko üslubu içinde gösterişli yapılar halini aldıkları görülür. Şehzadebaşı'ndaki Damad İbrahim Paşa külliyesinin köşesinde yer alan sebil, Lale Devri'nin sanat zevkini yansıttığı gibi, daha sonraki sebil mimarisine de örnek teşkil eder.
Öte yandan, 18. yüzyılın ilk yarısında çeşme mimarisinde yaşanan değişim söz konusu iki farklı yapının, yani çeşme ve sebilin, ilk kez bir araya getirilmesiyle de kendini derinden hissettirir. Yukarıda değinildiği gibi, Lâle Devri ile birlikte sebillerin de mimarî bağlam içindeki yerleri değişir ve ilk olarak çeşme yapılarıyla veya bir külliyenin parçası olarak birleştirildikleri görülür. Osmanlı mimarlığının Barok etkileri göstermeye başladığı dönemdi ve "su" Barok sanatın "karakterinde bulunan" bir öğeydi. III. Ahmed Çeşmesi, "çeşme ve sebilden oluşan su köşküdür" ve ayrıca, daha önce değinildiği gibi, Azapkapı Meydan Çeşmesi'nde de yine çeşme ve sebil birliktedir. Eyüp'teki Mihrişah Valide Sultan Külliyesi'nde bitişik olarak yapılmış çeşme ve sebil sebilin külliyenin bir parçası olarak tasarlandığı en güzel örneklerden biri.
OSMANLI'DAN SONRA CAN SULARININ KADERİ
Osmanlı Devleti'nin sona ermesi, aynı zamanda İstanbul'da birçoğu uzun zamandır kaderine terkedilen çeşme ve sebillerin sonunu işaretler. 1341/1923'te Büyük Millet Meclisi'nin çıkardığı 831 sayılı "Sular Kanunu" , suyun kullanımını ve intifa hakkını belediyelere verdi. Söz konusu kanun, modern anlamda belediyecilik yolunda atılan önemli bir adım olmakla beraber, vakışar eli ile görülen yararlı bazı hizmetlerin de ortadan kaldırılması anlamına geliyordu. Sebiller bunların başında gelmektedir. Buna rağmen, halka içecek su dağıtılması konusunda üstlendikleri işlev yüzyıllar boyu şehrin belleğine kazınmış ve hayır olarak dağıtılan sulara sebil denilmeye devam edilir.