'Sevmek yokluğa taalluk eder.'
Sadreddin Konevi
Bazen gazetelerde haberler okuruz, doğru mudur, yanlış mıdır, masa başında mı yazılmıştır diye düşünmeden hafızamızın bir yerine kaydederiz onu. Öyle haberlerden birini birkaç sene önce okumuştum: Farklı dillerde 'en güzel kelime' nedir diye araştırma yapılmış, geceyi aydınlığa çeviren ayın cemâlinin sudaki kırılmasını anlatan yakamoz kelimesi beğenilmiş. Bir kelimenin hoş veya güzel olması pek anlamlı gelmiyor bana, ama seçilen kelimeden geriye bakınca insanda bir sempati duygusu oluşmuyor değil. Yakamoz hem temsil ettiği durum hem kelimenin ahengi bakımından insanı çekip alan bir kelime! Fakat soruyu öyle değil de şöyle sorsaydık cevabı tahminimiz daha kolaydı: Bütün dillerde en çok sevilen, her insanın kendine en aşina bulduğu kelime hangisidir? Araştırma yapmaya gerek bile kalmadan sorunun cevabı farklı dillerdeki karşılıklarıyla birlikte 'sevgi' olabilirdi. İnsanın hayatında sevgi kadar merkezi, etkili ve cazip bir konu yoktur. Mesele sevilmek midir veya sevmek midir ayrı bir konu; lakin tüm dillerdeki en sihirli sözcük sevgidir. Sevgi sadece insanın için değil tüm varlığın anahtarıdır.
Aramak ve Sevmek: Sevgi Yokluğa Taalluk Eder
İnsanlığın en aşina olduğu kelime veya kavram üzerinde görüş beyan etmek güçtür. Ya herkesçe bilineni tekrarlarsınız veya insanların -en nazik dille- büyük kısmının yanlış anladığını var saydığınız bir iddia taşırsınız. Birincisi totoloji, yani halihazırda bilinen bilgiyi tekrar etmek olacağı için (tahsilu'l-hasıl) öyle bir konuda kalem oynatmak fuzuli addedilir. İkincisi ise ispatı güç bir iddiadır; delili her insanın hayat tecrübesi olan bir hükmü batıl saymak veya en değer verilen şeyin bilinmediğini söylemek izahı güç bir durumdur. Yine de ikincisini tercih ederek konuyu ele alalım: İnsan ne kadar aşina olursa olsun sevginin mahiyetini bilmiyordur. Düşünmenin gayesi bize sadece bilmediklerimizi öğrenmenin yolunu göstermek değil, bildiğimizi sandığımız şeylerin çoğunun bir vehim olduğunu ortaya çıkartmaktır. Vakıa düşünme faaliyetinin en önemli yönü zan-vehim ile hakikati, temenni ile vakıayı ayrıştırmaktır. Hakikatin üzerinde korku ve temennilerin beslediği zanlardan daha kesif bir perde olabilir mi?
İnsanın bilinebilir tarihiyle bütün entelektüel faaliyetlerinin üst başlığını taşıyan felsefe faaliyetinin doğuşu da şaşırtıcı bir şekilde bu konuyla ilgilidir: Sevgi, hem felsefenin başlama noktası hem dini ve ahlaki hayatın temel konusudur. Önce felsefeden gidelim:
Felsefe, kelime anlamıyla hikmeti sevmek anlamındaki iki kelimenin bileşimidir. Hikmeti sevmek veya hikmeti aramak (talep)! Her iki kelime de yani sevmek ve aramak aynı anlamda kullanılır. Bu nedenle hikmet seven ifadesinin karşılığı talibü'l-hikme olarak verilebilir. Talebe dediğimiz kişi hikmeti seven-arayan insandır (öğrenci ise müteallim kelimesinin Türkçesidir).
Felsefe iki kelimeden bileşiktir dedik: Hikmet ve sevmek! Burada sevmek kelimesinin niçin kullanıldığını anlamak,Grek toplumunda felsefenin doğuşunu önceleyen mitolojik evren telakkisini hatırlamayı gerektirir. Terkibin ortaya çıktığı bağlamı ve diyalektik süreci fark etmeden hikmeti sevmenin mahiyetini anlamayız. Bunun için şöyle sormak gerekir: Sevmek yerine başka bir imkan var mı idi?
Hikmeti-sevmek/aramak Greklerin mitolojik evren telakkilerinde tanrılar ile insan arasında var saydıkları bir karşıtlıkta anlamını bulur. Bu evren-varlık telakkisinde hikmet ve hayatta kalma imkanını gücü anlatır. Güçlü olanlar tanrılardır ve onlar dilediklerini yapabilen ölümsüz varlıklardır. Tanrılar arasındaki çatışmalar ve mücadeleler ise insana hayatı güçleştirir, onun hayatını tehdit eder. İnsan tanrılardan güçlü olmanın yolunu öğrenmiştir: Hikmeti elde etmek! Bu sebeple varlığının kendisine bağlı olduğu hikmeti sever ve onu talep eder. İşte talep ile sevmek arasındaki bağ bu noktada ortaya çıkıyor. Tanrılar için hikmeti talepten veya sevmekten söz etmek mümkün değildir. Çünkü onlar zaten hikmetin sahibidir ve sahip kendindeki şeyi aramaz ve sevmez. Başka bir anlatımla sahip olduklarımız ve bizde bulunanlar hakkındaki düşüncemiz sevgi ile anlatılmaz. Hikmet tanrıların gücüdür ve ölümsüzlük sebepleri de hikmettir. İnsan ise aynı durumda değildir; hikmet onda bizatihi mevcut olmadığı gibi hikmetin kazanımlarından da mahrumdur. Bu nedenle acizlik, ölümlülük ve korkular bizim kaderimiz olarak ortaya çıkar. İnsanın önündeki yegane imkan hikmeti sevmek ve talep etmekten ibarettir. O halde sevmenin yerine değil, mukabilinde kullanılabilecek kelime 'sahip olmak' ve mevcudiyet olabilirdi; sahip olanın sevmesi ve talep etmesi beklenmez. Bu durumda hikmeti sevmek hali hazırda sevende bulunmayan bir durumu veya şeyi sevmek anlamına gelerek bambaşka bir yöne doğru evrilir. Sufiler bunu 'sevgi veya talep mefkuda (olmayan) taalluk eder' deyimiyle izah eder. Sevgi ile ilgili ortaya çıkan literatürde en mühim deyimlerden birisine ulaşmış olduk: sevgi yokluğa taalluk eder! Peki bu ne demektir?
Biz bizde bulunan veya sahip olduğumuz bir şeyi sevemeyiz; bizde olmayan bir şeyi seviyor ve talep ederek yoksunluğumuzu itiraf etmiş oluyoruz. Onu sevmemizin nedeni ise bize sağlayacağı imkandır (ikmal). İnsanın hikmeti sevmesinin sebebi ölümlü olması idi. Hikmet onu ölümsüz kılacak, ona tanrılar gibi güç verecekti. Peki bizde olmayanı bir şeyi nasıl bildik veya onu nasıl-niye sevdik? Sorunun her iki şıkkının cevabını biliyoruz: Tekrar felsefe tabirine dönersek, insan hikmeti seviyor, çünkü onun sahibi değil (bir tanrı değil)! Bir şeye sahip olmamak ve gerekliliğini bilmek ise talep ve sevgi duygusunu doğuruyor. Sahip olmadığımızı sevmeyi ise hikmetin sahiplerinden öğrendik. İnsan hikmetin bulunduğu kimseyi ölümsüz kıldığını ve ona güç bahşettiğini görünce hikmeti sevdi-talep etti.
O halde felsefe çabası insanın kendisini fark edişiyle başlar: İnsan ölümsüz ve muktedir bir tanrı değildir! Her bilim ve araştırma faaliyeti böyle bir gerçekçilikle başlar ve bu nedenle de hikmet talebi-sevgisi yolu tevazu şartına bağlanmıştır.
Bu konuya devam edeceğiz.