'Allah peşin ibadete veresiye ödül vaat etmekten münezzehtir.'
Ataullah İskenderî
Biz müminler niçin ibadet ederiz? İbadetlerin dünyevi 'fayda' veren kısmı zihnimizi ikna edecek derecede makuliyet ihtiva ederken insaf sahibi hiç bir insan ibadete gereksiz diye bakmaz. Oruç tutarız sağlık buluruz, zekat veririz insanlara yardım ederiz, hacca gideriz alışkanlıklarımız değişir, güzel ahlaklı oluruz hayatla barışık yaşarız. Bütün bunlar, ibadetin halihazırda gözüken faydalarıdır. Fakat ibadetleri dünyevi faydaları cihetiyle ele almak dinin boyutları görmemek demek olur. Bu nedenle her mümin ibadetiyle dünyevi faydanın ardında başka maksatlarla ibadetlerini yapar. Bununla birlikte dini hayat içinde ibadetin maksadı nedir ve bize ne kazandıracaktır sorusu mühim tartışmalara yol açmıştır. Nasları yüzeysel okuma ibadet ile uhrevi ödül arasında irtibatın varlığını gösterir. Birçok ayet ve hadiste müminlerin iyi davranışları sebebiyle ödüllendirilecekleri, buna mukabil kötülükleri sebebiyle cehennemi hak edecekleri beyan edilir. İnsanı ibadete hazırlayan ve ona külfeti kolay kılan bu ödüllere inanmasıdır. Buna mukabil kötü fiillerin cezalandırılması da aynı kapsamda değerlendirilebilir. Bu durumda korku ve umut insanı yönlendiren iki temel saik haline gelerek ibadetlerde belirleyici olurlar. Gerçekte iş bu kadar basit ve izah edilebilir değildir. Bu itibarla dini düşüncenin en ciddi sorunlarından birisi ibadetlerimizdeki nedenselliktir. Nedensellik doğadaki hadiseler arasında bazen dikey bazen yatay tarzda süre gelen sebep-sonuç ilişkileri olarak düşünülebilir.
Müslüman düşünürler nedensellik bahsini iki ana konu üzerinden ele aldılar: Birincisi doğadaki nedensellik sorunu, öteki ahlaki nedenselliktir. Doğal dünyada nedensellik ilahi kudret ile tabiatın ilişkisi sorununu doğurdu. Nedensellik varlıklara bağımsız güç izafe ederek belirsizliği ortadan kaldırmayı amaçlar. Böyle bir durumda ise ilahi kudretin sınırlanabileceğini düşünmek Ehl-i sünnetin tutumunu ifade ederken nedenselliği ilahi hikmete dayandıran kanat da Mutezile oldu. Bununla birlikte dini hayatı ilgilendiren esas konu tabiattaki nedensellik meselesi değil, ahlaki nedensellik diyebileceğimiz ibadetler-ahlak ile dünya ve ahiret hayatındaki ödü-ceza ilişkisi oldu. Bir insan namaz kıldığında cennete gidebileceğine inanır, günah islediğinde ateşe gireceğini düşünür. Ameller ile ödüller ve cezalar arasında irtibat görmek dindarın davranışlarını şekillendirir, bunda tereddüt yoktur. Fakat meselenin açıklanması kolay değildir. Mutezile doğadaki nedenselliğe bağlı olarak ahlaki nedenselliği de kabul ederek tutarlı bir tavrı benimsedi. Onlara göre 'vaad ve vait' yani Tanrı'nın davranışlarımız için belirlediği ödül ve cezalarda bir değişme yoktur. Bu nedenle yaptığımız davranışlarla ödülü veya cezayı 'hak ederiz.' Mutezile böyle bir yoruma ilahi metinleri okumayla vardı, bu kesindir. Özellikle tevhit ile adalet arasında kurdukları ilişki böyle düşünmenin zeminini teşkil ediyordu: İlahi adalet ahlak kurallarını ve bilhassa ahlaktaki sebep-sonuç ilişkisini değiştirmemeyi iktiza eder. Bir çok ayet-i kerimenin böyle yorumlanma ihtimali vardır. Ehl-i sünnet ise ahlaktaki sebep-sonuç ilişkisini kırarak ilahi kudreti anlamaya dikkatimizi çekti. Allah kendisiyle bir sözleşme yapamayacağımız kadar yüce ve aşkın ilahi varlıktır. O'nunla 'yükümlülükler' üzerinden bir sözleşme yapmak, O'ndan iyiliklere mukabil vaat almak veya kötü davranışlar için tehdit almak kulluk kavramıyla bağdaşmaz. Ehl-i sünnet ahlaki hayattaki nedenselliği bozmakla ilahi kudrete teslimiyeti dini hayatın odağına yerleştirdi. Zaten Müslüman olmanın anlamı bu teslimiyetten başka nedir ki? İmam Matüridi 'cennetin bir isminin rahmet olduğunu beyan ederken aynı şeyi söyler: 'Bizce cennetin adının rahmet olmasının nedeni oraya (amelle değil) ilahi rahmet vesilesiyle girilecek olmasıdır.'
Nazari disiplinlerin rolünü fıkhın üstlenmesiyle birlikte Ehl-i sünnet'in bu teslimiyetçi dili yerini daha mutezili bir söyleme bırakırken Ehl-i sünnet'in yaklaşımı tasavvufta ortaya çıktı. Sufiler ameller ile sevap-ceza arasındaki nedenselliği reddederek dini hayatı şükür kavramına dayandırdılar. Çünkü ibadetin sebebi ilahi hidayet olup hidayet de Allah'tan gelen lütuf ise ibadete karşılık beklemenin ne anlamı olabilir ki? Böyle bir yaklaşımda ibadet Allah'ı anmak, O'nu düşünmek ile özdeşleşerek şimdiki anda yapılan münacata dönüşür. Rabiatü'l-Adeviyye beklentisiz ibadet anlayışının öncü isimlerinden birisiydi. Allah'a ibadete cennet beklemek ihlasa aykırıdır derken bunu vurgulamıştı. Sonra gelen sufiler aynı görüşü yayarak ibadeti zikir ve teşekkür saydılar. Peki ahiret hayatında durum ne olacaktır? Bu sorunun cevabı sufilere göre açıktır: Dünyada ne olduysa ahirette de o olacaktır. Dünya hayatında Allah dilediklerine hidayet ederken ve dilediğini kendinden habersiz bırakırken ahiret yurdunda da dilediklerini cennete koyacaktır. Burada bir nedensellik yok, sadece lütuf ve Allah'a karşı hüsnü zan vardır: Dünyada Allah kendini birine unutturmamışsa orada da unutturmaz inşaallah!
İbadeti sonsuz nimetlere teşekkür sayıp karşılığını ahirette beklemekten vaz geçerek ibadetin kendisini cennete girmek saymanın en nefis örneklerinden birisi Ataullah İskenderi'nin şu cümlesidir: 'Allah peşin ibadete veresiye cennet vermekten münezzehtir.'
Ekrem Demirli