Linç Kültürü: Sanal Öfke Gerçek midir?
Kelimeler dillerde tedavül ettikçe, öngörülemeyecek ölçüde güç devşirir, güçlerini artırdıkça etki alanları genişler, ennihayetinde düşünceyi veya dış dünyada bulunan hadiseyi-şeyi ifade etmekten daha çok zihnimizi şekillendiren bir 'çerçeve' hâline gelerek düşünceyi sınırlar. Bu itibarla kelimeler organik yapılar gibi gelişimini sürdürür, kendisine katılan sularla büyüyen ırmak gibi önüne gelen şeyi sürükleyip götürürken zihnimiz onların ardından gider. Zihnimizin kelimeler karşısında ne kadar edilgen kaldığının iyi örneklerini 'yeni' kelimeler karşısındaki edilgenliğinde gözlemleyebiliriz.
Yeni kelimeler arasında dikkat çekenler arasında stres ile sosyal baskı önemli bir yer tutar. Bunlar öyle görünüyor ki sürekli artan bir ivmeyle etkilerini gün geçtikçe artıracak kelimeler arasında başat rolü üstlenmişlerdir. Her insan az çok stres yaşar, dünyayla ilişkisinin derecesine göre bu stres algısı artar veya eksilir. Lakin kelimenin yaygın hâle gelişi öngörülemez bir etki kazanmasına yol açmıştır. Kelime hayatımıza öyle bir dayatmayla girmiştir ki öyle bir hâli yaşasak veya yaşamasak da kelimenin kendisi zihin dünyamızı, çevremizle ilişkimizi öngörmediğimiz bir istikâmette belirlemeyi icbar eder.
Yakın dönemlerde öne çıkan başka bir kelime ise 'linç yemek' tabiridir. Bu tabir teknolojinin ortaya çıkardığı yeni bir kelime olarak insan için yeni ilişkilerin ve yeni 'akrabaların (sosyal medya akrabalığı)' zihne yüklediği baskıyı ve sorumluluğu anlatır. Bu teknolojik evrende teknoloji dışındaki dünyadaki gibi savaşlar yaşanıyor, insanlar birbirlerini taşlıyor, birbirlerini öldürmeye kastediyorlarmış! Bu yeni ilişkilerdeki çatışmaları ifade etmek için insanın bir hayvan gibi ötekine saldırması ve onu yok etmeye çalışmasını anlatan 'linç' tabirini kullanmak insan hakkında dikkatimizi çekmesi gereken çok önemli bir bilinçaltı ifşasıdır: İnsan her ne olursa olsun hayvani güdülerden uzaklaşamıyor, kadim zamanlarda vahşi hayvanlarla dövüşen kölelerin linç edilişi gibi ötekini linç etmekten haz almayı sürdürüyor. Teknolojinin gelişmiş olması duygusal dünyamızda terakki olduğu anlamına gelmiyor. Kavram öyle etkin bir şekilde hayata yerleşmiştir ki kelimeyi bilip bilmemenin ve işaret ettiği anlamın tam olarak gerçekliğinin ehemmiyeti de olmamıştır. Linç öteden beri tevarüs edilen korkuları tahrik eden, acımasızca bir insanın ötekini yok ettiği vahşi saldırının her an yaşanabileceğini anlatmak üzere bir kılıç olarak başımızın üzerinde bir yerde bize 'nasıl hareket etmek gerektiğini' dikte eder. Vakıa demokratik dünyanın kurumları olarak ortaya çıkan ortamlar, vahşice korkutmayla insanlarla ilişki kuruyor; 'linç' tam olarak bu korkutmanın ifadesi hâline geliyor. Bu korkutma, somut ilişkilerde yaşanan korkuların bu kez hiçbir şekilde kestirilemeyen bir zeminde ve ilişkiler dünyasında yaşanma ihtimalidir. Daha önce 'dokuz köyden' kovulma endişesine yol açan ayıplanma duygusu, yeni dünyada 'sanal ilişkilerden' tardedilmek veya mevhum itibarını yitirmekle sonuçlanır. Öte yandan sadece bireysel olarak böyle bir korkuyla hemhâl olmak değil, isteyerek veya istemeyerek hiç ilişkisiz bir konuya taraf iken kendinizi bulabilirsiniz. Bunun nedeni lincin sadece bireylerle değil ait olduğunuz sosyal sınıflar veya benimsediğiniz düşüncelerle ilişkili olabilmesidir. Hiç haberiniz yokken ait olduğunuz toplumsal sınıfa veya benimsediğiniz düşünce ve değerlere yönelik linç kampanyası sizi böyle 'sanal savaşların' tarafı hâline getirir. Böyle tartışmalar uzun süreli tartışmalarda gündeminizi belirler, kendi gündeminizi yitirerek sürüklenir gidersiniz.
Artık herkesin az çok kabul ettiği bir olguya dönüşen linç kültürünün ortaya çıkardığı fikirler insan hakkında bize yeni bilgiler veriyor mu, yoksa zaten öteden beri aşina olduğumuz birtakım kanaatleri daha güçlü bir kanaate mi dönüştürüyor? Kanaatimce insan hakkında ortaya çıkan kanaatler, özellikle insanın görünme arzusu, buna bağlı olarak 'sanal' ortamlarda vehimleri ve içgüdüleriyle savrulma hâlleri öteden beri bilinen fakat bu kadar açık bir şekilde keşfedilmeyen insanlık hâlleriydi. Özellikle tasavvuf ve ahlak teorisyenleri insanın vehimleri ve içgüdüleriyle ilişkisini, birbirini tahrik etme sürecinde yeni formlar kazanan içgüdülerin böyle acımasız hâller ortaya çıkartabileceğini söylüyordu. Öte yandan bu süreçler içinde insanın gerçekte ne ölçüde zayıf ve etkiye açık olduğunu da söz konusu kitapların yazarları söylüyordu. Kadim düşünürler insanın özgürlük sorununu tartışırken genellikle ilâhî irade karşısında bireyin neyi bilip bilmediği ile neyi yapıp yapamayacağı sorununu tartışmışlar, insanın mutlak bir özgürlüğünün kabul edilebilir olmadığını dile getirmişlerdi. Hâkim dini geleneklerde insan iradesi ilâhî irade karşısında 'edilgen' ve sınırlı bir çerçevede kabul görürken insan davranışlarını yönlendiren esas iradenin ilâhî irade olduğu itiraf edilir. Modern dünyayı ortaya çıkartan hümanist telakkiler başlangıçta insanın böyle bir sınırlı dünyadan sıyrılarak özgür ve hesapsız bir dünyada yaşamasını ilke edinmiş, bireyi sınırlayan ilâhî iradeyi gerçekliğin ötesine atmaya çalışırken bu kez bizzat kendi oluşturduğu kurumlar, düşünceler ve hayat tarzları karsısında insan iradesinin sınırlarını tartışmaya başlamıştı. Yaklaşık iki asırdır birçok düşünürün gündeminde kamu karşısında bireyin özgürlüğü, tarih ve toplum karşısında bireyin sınırları, içgüdüler karşısında bireyin özgürlüğü gibi düşüncenin ana konularını oluşturan sorunlar bulunuyordu. Hâlihazırda insanın açık bir cevap bulamayacağı ve teolojik tartışmalardaki gibi olumsuz bir cevap vermek durumunda kalacağı sorulardan birisi şudur: Herhangi bir birey sosyal mecra karsısında gerçekten özgür olabilir mi? Soruyu daha ileriye götürürsek, bir mecrada karşılaşılan insan veya onun düşüncesi, duygusu gerçek midir, değil midir? Yoksa insanlar herhangi bir şekilde özne olmadıkları bir dünyada sadece sürükleniyor mu? Öyle görünüyor ki sosyal medya karşısında bireyin durumu kadim kitaplarda anlatıldığından daha vahim, daha sınırlı ve herhangi bir şekilde özgürlükten söz edilemeyecek acizlik ve zaaf hâlindedir. Böyle mecralarda konuşan insanlar da özgür bireyler değildir: Özellikle son yıllarda ortaya çıkan yapay zekalarla kontrol edilen hesaplar, 'sanal kimliklerden' söz etmeye gerek yok. Gerçekte herkes kendisine sunulan kelime sayısınca kendisine yüklenen konuşmayı yapmakla memur hâle gelir bu ortamlarda. Çünkü 'görünür' olabilmek belirlenen zeminde, belirlenen istikâmette konuşmaya bağlıdır. Kanaatimce insanın en edilgen hâlleri burada ortaya çıkar, herhangi bir şekilde karar alma süreci yaşamadan insan kendini savrulurken bulur böyle mecralarda: Bir anda görünür olanlar, ardından sanki 'tahtından' al aşağı edilircesine kovulanlar, sonra linç edilenler! Bütün bunlar birbirleriyle karşılaşma ihtimali olmayan insanlar, genellikle de maskelerle gizlenmiş mevhum şahıslar arasında yaşanır. Üstelik Cahit Sıtkı'nın mısraını hatırlatırcasına 'her insanın bir anlık saltanatı' olur bu platformlarda ve sonra kaybolup gider.
Ekrem Demirli
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.