Ziyaüddin Serdar Pakistan asıllı İngiliz vatandaşı bir Müslüman düşünür, yazar, eleştirmen ve yayıncı. Hayatını Müslümanların neden Batı'nın gerisinde kaldıklarını araştırmakla ve Müslümanların kalkınması için neler yapması gerektiğini aramakla geçirmiş bir entelektüel. Elliden fazla kitabı var ve önemlileri de Türkçeye kazandırıldı.
Türkçe yayınlanan eserlerinden Mukaddes Belde Mekke'sini daha önce okumuş ve çok beğenmiştim. Kitabı okurken Kabe'de olanları ve yapılanları öğrendikçe hem üzülmüş hem de ürkmüştüm. Hatta Kabe'nin esir olduğunu ve bu esaretten kurtarılması gerektiğini bile düşünmüştüm. Bir çırpıda okuduğum Cenneti Arayan Adam da beni çok etkiledi. Bunda tercümesinin de başarılı olmasının rolü var elbette. Mütercim sanki Türkçe yazılmış bir metin gibi çevirmiş. Çevirmeni İbrahim Kapaklıkaya da tebrik ve takdiri hak ediyor.
Daha üniversite öğrencisi iken başladığı inandığı davaya hizmet çalışmalarını zaman zaman ümitsizliğe düşse de hiç bırakmayan Ziyaüddin Serdar, dünyadaki İslami hareketleri anlatırken bir yönüyle bize ve ülkemizdeki gelişmelere ve arayışlara da ayna tutuyor. Dünyadaki gelişmelerle ülkemizdeki gelişmeler ne kadar da birbirine benziyor.
Ziyaüddin Serdar arayışlarını hem tarihte hem günümüzde arıyor. Görmediği gitmediği İslam ülkesi yok neredeyse. Özellikle 20. Asrın İslami hareketlerini ve bir kısmının da önderlerini yakından tanıma fırsatı bulan Ziyaüddin Serdar büyük ümitle yaklaşmasına rağmen maalesef kendisini hiçbirine yakın görmüyor, göremiyor ve birlikte olamıyor. Büyük bir sempati beslemesine rağmen içine girdikçe ve yakından tanıdıkça hayal kırıklığına uğruyor ve uzaklaşıyor. Baas, Suud rejimi, Vahhabilik, İran devrimi, İhvan, Müslüman Kardeşler, Pakistan'daki medreseler, Taliban, kimi tasavvuf yolları, hepsiyle bir şekilde ilişki kuruyor ama hiçbirinin kendisini aradığı cennete ulaştıracağına inanamıyor. Onlarda cennetini bulamadığı gibi eleştirmekten de çekinmiyor.
Gördüğü cemaatlerde ve yapılarda onu en çok rahatsız eden şey bağnazlık ve şekilperestlik. İslam'dan uzaklaşacak kadar serbestliği de onaylamıyor Serdar. O bu iki kutup arasında, ahlak ve estetik derdi olan bir Müslüman.
Serdar'ın dertlerinden biri de İslam ile modern bilgi arasındaki ilişkiyi doğru bir şekilde kurmak. Ve bir de sünnete uyuyoruz diye İslam'ı sakala ve kıyafete indirgeyip Hz. Peygamber'in fiziksel görünümünü fetişleştirirken peygamberin getirdiği ruhtan uzaklaşmak. Oysa sünnet cömertlik, sevgi ve hoşgörü, kendisine zulmedenleri bile affetmek, yaşlılara, çocuklara, itilmiş ve kakılmışlara sahip çıkmak, saygı göstermek, adalet, eşitlik, dürüstlük, ilim ve eleştiriye bağlılık gerçek sünnet. Sakalın boyu ve takkenin renginden çok bunlarla ilgilenmeli.
Serdar'ın kitabından anladığımız şey siyasal İslam'ın maalesef İslam'a ve Müslümanlara beklenen ve idealize edilen hayatı sunamadığı, amaca ulaştırmada yetersiz kaldığı. Oysa İslam toplumlarına yol gösteren prensipler aslında bir değerler manzumesi idi. Bu prensip ve değerler İslam'ın temel kaynakları yeniden yorumlanmalı, değişen şartlara göre dinamik olarak yeniden üretilmeli idi. Bunun için de dini siyasetten ayırmak gerekiyordu. Ama çağımız İslami akımları bunu beceremediler. Ama böyle olmakla beraber din politikadan da tamamen kopartılmamalı.
Türkiye'ye de sık sık gelir Serdar. 1980 darbesi sonrası başlayan Türkiye seyahatleri uzun süre devam eder. Kitapta anlatılan 1980 ve 90'ları Türk arkadaşlarının ağzından anlatır.
Kitapta sadece Müslümanlar eleştirilmez. Serdar bize Batı'nın özgürlükçü olmadığını ve istediği gibi olmadığı zaman düşünceyi boğabildiğini Şeytan Ayetleri'ne cevap olarak yazdığı kitabın basım hikayesini anlatırken açık bir şekilde gösterir. Yahudiler, feministler, zenciler için yazıldığında ve söylenildiğine ayağa kalkan ve ortalığı birbirine katanlar Müslümanlar için yazılanlar ve söylenenler karşısında üç maymunu oynarlar; bilmemezlikten, duymamazlıktan ve görmemezlikten gelirler. Bu iki yüzlülüğü defalarca gören Serdar Batı'nın bu iki yüzlülüğüne dikkat çekmeyi ihmal etmez ve ağzı açık Batı hayranlarını uyarır. Çünkü Batı seküler dünyasında ifade özgürlüğü ancak seküler güce ve güç yapısına ulaşanlara mahsustur. Kendisi gibi olmayanlara ne söz söyleme ne de kendisi olma hakkını verirler. Onların değeri Batı'ya hizmet ettiği ölçüde vardır.
Kitabı okuyunca insan ister istemez İslam dünyasının içine düşmüş olduğu duruma üzülüyor. Öte yandan bu durumun farkında olan ve değiştirmeye çalışan aydınların varlığından haberdar olunca da ümitleniyor. En büyük ümit ise Türkiye. Belki kimilerince abartılı bulunacak ama ben yine de kitaptan anladığımı söylemeliyim, İslam dünyası için örnek olunacak yegane modern Müslüman ülke adayı Türkiye. Türkiye başarırsa geri kalanlar da başaracak çünkü. Ülke olarak geliştik, biraz zenginleştik ama henüz ideal seviyeye erişmedik ve bunun için yapacak daha çok işimiz var.
Türkiye olarak içinde bulunduğumuz şu günlerde yeni bir karar verme aşamasındayız. Mensupları Müslümanlıklarıyla bilinen ve öne çıkan AK Parti Türkiye'yi bir noktadan alıp bir yerlere getirdi. Yollar, köprüler, havaalanları yaptı, ihracatımız arttı, turist sayısı on katına kadar çıktı. Her ilde üniversite kuruldu, haşmetli hastaneler, adliye sarayları yapıldı. Ama geldiğimiz noktada bunların tek başına yetmediği, insanımızın niteliğini ve kalitesini de artırmamız gerektiği çok açık ortada. Bilge doktor, öğretmen, mühendis, belediye başkanı, vali, esnaf, işveren, işçilerle düzeleceğiz. Bundan sonraki süreçte tüm enerjimizi iyi bir insan ve iyi bir Müslüman olmayı düşünmek olmalı. Önce kendimizden başlamak şartıyla tabi ki.
Serdar'ın dünya üzerinde görüp farkına vardığı reaksiyon olarak doğan İslami hareketlerin bizi bir yere götüremeyeceği gerçeğini Türkiye için de söyleyebiliriz sanki. Diğer İslam ülkelerindeki İslami hareketleri taklit etmeye ihtiyacımız yok bizim. İhtiyacımız olan bilgi ve hikmet genlerimizde ve tarihimizde fazlasıyla var.
Özellikle din ve devlet münasebetleri için önümüzde güzel bir örnek var: Selçuklu ve Osmanlı tecrübesi. Yine yapabilecek güce ve inanca sahibiz.
Biz bunu daha önce yaptık. Bize daha önceden yaptığımızı hatırlatacak seslere ihtiyacımız var. Ama maalesef büyük düşünürlerimizin sesleri yeterince güçlü çıkmıyor.
Mahallesini değiştirip içinden çıktığı mahalleye taş atanların vereceği akıllara ihtiyacımız yok. İhtiyacımız olan ses, mahalle sakinlerinin doğruyu ve hakikati bizi aşağılamadan ve ümidimiz kırmadan, bir kardeş gibi uyararak seslenmeleridir.
Ben önümüzdeki yıllarda özellikle gençlere hedef ve umut verecek söylemler geliştirileceğine inanıyorum. Bu da ahlak, hikmet ve ilim ile olacak, siyaset, ticaret ve din bezirganlığı ile değil.
Şurası unutulmamalı: Cennete ancak bedelini ödemeyi göze alanlar gidebilir.