Eskiler cehaleti üçe ayırırlardı. İlkine cehl-i basit yani sıradan cehalet, ikincisine cehl-i mürekkep yani katmerli cehalet derlerdi. Üçüncüsü ise cehl-i mik'ab yani katmerlinin katmerlisi olan cehalet. Matematik diliyle ifade edecek olursak ilki rakamın kendisi, ikinci karesi, üçüncüsü de küpü diyebiliriz.
Sıradan cehalet bir şey bilmemektir. Kişi cahildir, okumamıştır ve cahil olduğunu bilir. Ömer Seyfettin'in Nadan isimli hikayesinde geçen Eşek Hasan gibi. Hatırlatmak kabilinden özetlersem sanırım ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Devir Osmanlı devri. Bir sadrazam artık yaşlandığını ve yorulduğunu söyleyerek padişahtan affını ister. Padişah pek istemese de bu köse sadrazamın ısrarı karşısında peki der.
Derken memlekette işler kötüye gider, durum bozulur. Devlet erkanı köse sadrazamın tekrar başa geçmesini isterler ama bizimki kabul etmez. Kalan ömrünü taat u ibadet ile geçirmek istediğini, öldürse de dönmeyeceğini söyler. Ama padişah vazgeçmez ve sadrazamı "sarık odası"na hapseder.
Padişah ne yapacağını düşünürken rüyasında bir adam kendisine "Nâdanla sohbet etmek, âkile cehennem ateşinden beterdir!" anlamında bir beyit okur. Padişah hemen çok cahil birini bulmalarını söyler. Eşek Hasan adında cahil olduğu kadar da kaba ve görgüsüz birini bulurlar ve onu da sarık odasına sadrazamın yanına koyarlar.
Odasına yeni gelen bu adama yüz vermez sadrazam ve konuşmazlar. Bir hafta on gün böyle geçer. Bir gün Eşek Hasan hüngür hüngür ağlamaya başlar. Susacak gibi değildir. Köse sadrazam teselli kabilinden neden ağladığını sorar. O da sadrazam darılır diye söylemek istemez. Sadrazamın ısrarı üzerine sadrazamın köse sakalını sürüsündeki keçinin sakalına benzettiğini ve sadrazamı gördükçe aklına keçisinin geldiğini ve özlediği için de ağladığını söyledikten sonra kahkahalar atmaya başlar. Bu cahil adamla daha fazla aynı odada kalamayacağını anlayan sadrazam görevi kabul eder.
Katmerli cehalet ise bir şey bilmediği gibi bir şey bilmediğini de bilmez. Kendisini her şeyi bilir sanır. Genellikle bu tür cahiller, yani cehl-i mürekkep ehli üniversite mezunları arasında çıkar. Çünkü bu mertebe cehalet tahsil ile mümkün olduğundan dolayı katmerli cahil olabilmek için bir mektebe gitmek ve oradan mezun olmak gerekir.
Cehl-i mik'ab ise hem bilmez hem bilmediğini bilmez hem de bildiğini iddia edenler için kullanılır. Cehaletin en şedidi olan cehl-i mik'ab ancak üniversite hocaları arasından çıkar. Çünkü cehlin bu mertebesine erişmek şairin dediği gibidir;
Kesb ile ta o kadar cehl olmaz,
Cehlin ol mertebesi sehl olmaz
Bu da büyük bir gayret ister ve doktora gibi daha yüksek tahsil ile mümkün olur.
Üniversite hocalarından bir kısmı ünvanı olduğu için her şeyi bildiğini düşünür. Böyle biri bir de üst düzey yönetici oldu mu artık onların bilmediği hiçbir şey yoktur dünyada. Her şeyleri herkeslerden daha iyi bilirler. Hz Adem efendimizden günümüze kadar üretilmiş ne kadar bilgi varsa hepsini bilirler. Bunun için kitaplar okumasına da gerek yoktur. O an düşündükleri ve aklına gelenler en uygun fikir ve düşüncelerdir. Çevresine de Arapkirli Yusuf Kamil Paşa'nın konağındakiler gibi hezeyanlarına fikir diyecek tufeylileri toplarlar. Paşanın çevresindekileri anlatan anektdotu nakledeyim.
Paşa çok kısa süren sadrazamlığında bakanlar kuruluna ziyafet verir. Sofradaki çileği tuzlayıp ağzını şapırdatarak yer. Sonra sofradakilere dönüp bu kadar lezzetli çilek yememiştim der. Bunun üzerine sofradakiler de çileği tuzlayarak yemeye başlarlar. Bir yandan suratlarını buruşturup dudaklarını büzüştürürken diğer taraftan ne kadar lezzetli olduğunu söyleyip dururlar. Paşa yanındakine dönüp görüyor musun diye sorunca cevabı alır:
- Efendim, bunlar sadece çilek meclisinde değil bakanlar kurulunda da böyleler.
Bu tür adamlar beraberinde çalıştıkları kimseleri paşanın sofrasında çilek yiyenler gibi olanlar arasından seçer. Böyle adamların yönetici olduğu kurumlarda görev almaktan Hz. İsa'nın ahmaklardan kaçtığı gibi kaçmak gerekir.
Bir gün Hz. İsa sanki peşinde bir aslan varmış gibi dağa doğru kaçıyormuş. Merak eden biri peşinden koşup yetişmiş ve Hz. İsa'yı durdurup sormuş:
- Ey İsa, peşinde kimse yok, neden kaçıyorsun?
Hz. İsa konuşmaya vakti yokmuş gibi aceleyle kaçmaya devam etti ama adam pes edecek birine benzemiyordu.
- Allah rızası için dur ve söyle, neden kaçıyorsun, söyle.
- Bir ahmaktan kaçıyorum. Beni meşgul etme de kurtulayım şundan.
- Körün gözlerini açan sen değil misin?
- Benim.
- Efsunu okuyunca ölüyü dirilten?
- Evet, o da benim.
- Topraktan kuş yapan sen değil misin?
- Benim.
- Peki ey ruhu tertemiz olan. Dilediğini yapan birisin, bu kadar mucizelerin var, seni dinleyen sana inanıyor, peşinden geliyor. Nefesinin ve sözlerinin tesir etmediği bu adam da kim?
- Allah'a binlerce kez şükür olsun, duayı ölüye okudum dirildi. Köre okudum, gördü. Sağıra okudum, işitti. Dağa okudum, yarıldı. Fakat ahmağa yüzlerce kez okudum, fayda etmedi.
- Okuduğun duanın ölüye, köre, sağıra tesir edip ahmağa tesir etmemesinin nedeni nedir? Onlar da hastalık, ahmaklık da. Onlara tesir ediyor da buna niye tesir etmiyor?
- Ahmaklık Allah'ın kahrıdır. Çaresi yoktur. Diğerleri ise iptila. İptilaya müptela olanlara Allah da merhamet eder, kulları da. Ama ahmaklık öyle bir hastalıktır ki hem kendisine zarar verir, hem muhataplarına.
Mevlâna bu konuşmayı naklettikten sonra bize öğüt verir:
İsa nasıl kaçtıysa sen de ahmaktan öyle kaç! Ahmakla sohbet, nice kanlar döktü! Hava, suyu yavaş yavaş çeker, alır ya… Ahmak da dininizi böyle çalar, böyle alır işte. İsa'nın kaçışı korkudan değildi. O zaten emindi, fakat size öğretmek için kaçmıştı.
Mevlâna çok haklı. Çünkü Fuzuli'nin dediği gibi, kemâl-i cehl ile da'vâ-yı irfan eylemek olmaz. O yüzden bu tip adamlardan kaçmak gerekir.
Nereye kaçacağız diye sorabilirsiniz. Eğer kaçacak yeriniz yoksa cevabı ben değil, Rûhî-i Bağdâdî versin:
Arif ki ola müdbir ü nâdân ola mukbil
İkbâline yuf âlemin idbârına yuf
Haksız mı şairimiz efendim? Siz siz olun Cenab Şehabeddin'in dediği gibi müdbire acıyınız ama mukbili kıskanmayınız.
İsmail Güleç
Müdbir: Tâlihi kendisine yüz çeviren, tâlihsiz, bahtsız, bedbaht.
Mukbil: Bahtı açık ve tâlihli, yüce mevki ve makamlara erişmiş olan,
İdbar: Tâlihin insana yüz çevirmesi, ters dönmesi, tâlihsizlik,
İkbal: Tâlih ve baht açıklığı, mutluluk, saâdet. Yüksek mevki.