Başlığı görünce aklınıza hemen Yahya Kemal'in;
Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de
Dizeleriyle başlayan Süleymaniye'de Bayram Sabahı şiiri geldi değil mi! Hayır, size bahsedeceğim yazı bir şiir değil. İkincisi de yazarı Ruşen Eşref Ünaydın.
İyi bir gözlemci ve kelimelerle resim çizecek kadar usta bir tasvirci olan Ruşen Eşref'in pek bilinmeyen veya diğer eserlerinin gölgesinde kalmış bir kitabı var: Ayrılıklar (İstanbul: 1923). Kitapta yazar muhtelif dergi ve gazetelerde yayınlanmış İstanbul'a ve İstanbul insanının yaşayışına, geleneklerine vb. dair anılarına, bilgilere yer vermiş.
Bu kitapta yer alan yazılardan biri Ayasofya Camii'nde Bayram Namazı başlığını taşıyor. Yazıyı Latin harflerine aktarıp dikkatlerinize sunuyorum. Okumadan önce dikkat etmenizi istediğim birkaç husus var.
1. Metni okurken Türkçesini yudum yudum için.
2. Ayasofya'nın anlatılan tarihe,
3. Fatih Sultan Mehmet'in tasvirindeki canlılık ve farklılığa,
4. Cami cemaatinin kimlerden oluştuğuna,
5. Ülkenin içinde bulunduğu buhran döneminde Ayasofya'nın oynadığı role dikkat din.
6. Ve son olarak günümüzle karşılaştırın. Ünaydın'ın çizdiği Ayasofya'daki bayram sabahını 24 Temmuz'da kılınan Cuma namazı ile mukayese edin. Vaktiniz varsa yazının ardından bir de Süleymaniye'de Bayram Sabahı'nı okuyun.
Şimdi yazıya geçebiliriz. Buyurun.
Ayasofya Camii'nde Bayram Namazı
Kandilleri henüz sönmemiş şerefelerin altın hâleleri içinden mahmur ezan sesleri işitildi. Sultan Ahmed'in minaresi top gürültüleri arasında buna aks-i sadâ gibi cevap verdi. Sanki iki cami arasında fezaya ezandan bir titrek mahyâ kurulmuştu. Bu ses mahyâsının altından ruhumuz müessir bir vecihde hazırlanarak geçdik. Mukavves (kemerli) tavanların altın zeminine Bizans mozaiklerinin levni ağır bir letafet veren 11 kapılı dehliz karanlıktı, yalnız bir ucunda bir mum yanıyordu. Kemerlerden bir damda altın mozaik yere düşmüş sanırdınız. Ancak aydınlatabildiği bir sima Justinyen gününden beri orada unutulup kalmış Bizans azizini hatırlatıyor, kadîm ve İsevî bir tehassus (hissetme) uyandırıyordu. Yanından geçerken gördüm ki bu aziz bize ait bir canlı mahluktur. Dünkü bacağının yerine geçirdiği tahtaya mum dikmiş bir ma'lul asker orada sadaka bekliyor.
İçeride eski top kandillerin ötesinde berisinde seyrek elektrik fânusları sert ve şişkin yanıyordu. Bu fazla ışıklar bir ibâdethâneden beklenen ilk tasavvufi te'siri iz'âc (rahatsız) etmiş, yerdeki halılar, sütunların kâideleri lüzumundan fazla aydınlık. Sommâkî (sert taş) duvarlara, sütun başlıklarına, yarım kubbelere ve merkez kubbeye ise ancak harabelere yakışır köhneleştirici bir loşluk sinmiş.
Sultan Süleyman'ın Engürüs'ten (Macaristan) ganîmet getirip mihrâba civar (yakın) koydurduğu iki cesîm şamdandan birinin yanında sarığı ve sakalı bembeyaz bir hâfız-ı halîm, mütevekkil-edâ ile Yâsîn okuyordu. Cemâatin kalbi ve merkezi güyâ oydu. Kalabalık ondan başlıyor, etrafında bir yelpaze gibi açılıyor, genişliyordu. Hacı yağları sürünmüş, yenli, mintanlı ve yeni cepkenli hammallar, sert gözleri, burma bıyıkları ve gümüş köstekleri parlayarak sallanan hammallar; yalın ayaklarının tabanı kösele gibi kalın ve esmer duran gayet eski kisveli ve yoksul Müslümanlar. Bunların arasında beyaz ve yeşil sarıklar, kalıplı fesler, buruşuk kavlaklarla kıvırcık kalpaklar seçilmeye, çoğalmaya başladı. Sanki cami bir cennet havuzuydu. Şehrin muhtelif yollarından bir mu'tekid (inançlı) akını buraya boşanıyordu. Öyle ki az zamanda koca meydan hıncahınç doldu.
Bin dört yüz yıldır İsa'nın Muhammed'in mütevâlî ayinlerini Justinyen gibi ahiret sevdâsının şa'şaasını dünya hazineleri dökerek tespit eden bir Hristiyan hükümdarla Fatih gibi genç ve âteşîn kalbinde peygamberinin arzusunu buraya bir mucize halinde getiren Müslüman bir hükümdarın secde ettiklerini görmüş, içine birkaç yüz neslin duâsı, ümidi, hayret ve incizâbı sinmiş (cazibesine kapılmış) bu ibâdethânede nihâyetsiz ve nazîrsiz bir kutsiyet ruhu inceltiyordu.
Hâfız "Ve'ş-şemsü tecrî" (Yasin 38) âyetine geldiği zaman muazzam kasr-ı dînin (dinin sarayı, Ayasofya) içinde bir başka hâlet peydâ oldu. Her tarafı örülü gibi ışığını yalnız içinden alıyor gibi kalın, katı duran ibâdethâne hafifleşmeye başladı. Cidârları (duvarları) güyâ benek benek açılıyordu. Kendisini bekleyen cemaâte karşı nihâyet bayram ağır ağır teşrif ediyordu. Büyük kubbenin etrâfı, yarım kubbelerin etrâfı, büyük kavislerin cismi, mihrabın yanları billurdan örülmüş gibi melül bir mavi buğu halinde şeffaflaştı. O ilk ışık, kimi Numidya'dan, kimi Teselya'dan ve Lakonya'dan getirtilip burada misâlsiz bir tasavvufî elvân âhengi şeklinde inkilâb eden mermer duvarlara eflâtun, soluk yeşil, leylakî renkleri getirdi. Kadîm sütunların abus ve sert cüsselerine mahmur (baygın) bir halâvet (hoşluk) gönderdi.
Bu sütunlar kadar müessir bir şey olamaz. Cemâat sevâbla beraber fitre bekleyen cer hocalarının saf-derûn vaazlarıyla uyanırken ben sütunlardaki manaya meftûn oluyordum. Onlarda Adem evlâdının halka karşı olan muhtelif şekilli ibadetlerindeki zevki ebedî bir hevesle benimsemiş, herhangi iklime giderse gitsin başları üstünde dâima ibâdethâne dinen o mukaddes yükü taşımaktan yorulmamış, zinde, kâmil ve pederâne bir sabır ve kuvvet vardı. Aralarında Nil vadisinde firavunlarının ebulhevllerinin (sfenks) ve hayvanlara taptığı günleri bilenler var. Buhtunnasr'ı, Asûrî debdebelerini tanıyanlar var. Zeus nâmına kadîm Yunan'da yapılan merâsimlerde Delf kâhinlerini, Perikles'i, çelik kollu İskender'i ve beliğ Demostenes'i görenler var. Sonra bunlar eski günlerden kalma ihtiyâr-ı abâ-ı din gibi Fenike kıyılarından, İskenderiye koyundan, Pire limanından yelkenli kadırgalara binip yeni bir dine sülûk (girmek) için İstanbul'a geldiler. Justinye'yi Teodora'yı, Paleologları gördüler. Önlerinden şa'şaa-dâr kisveli, uzun beyaz saçlı ve beyaz sakallı patrikleri geçti. Fuhuştan, cinayetten yorulup merâsim esnâsında esneyen, uyuklayan nesli bozuk Bizans prensleri gördüler. Nihâyet günün birinde beyaz sarıklı, kartal burunlu ve taze sakallı bir genç geldi. Huzurlarında secdeye kapandı. Bu haşmetli tevâzua taşlar hayrân kaldı. Derhâl onun emrine râm oldular. İhtidâ etdiler. Bu son mu'cizenin güzelliğine hayvânî timsallerle, insan sanemleriyle (heykelleri) dolu sergüzeştlerinin en sade, en mükemmel ve en ilâhî faslı gibi meclûb (tutkun) gözüküyorlar. Göğüslerine çelipalar (haç), gümüşlü altınlı koyu sanemler yerine artık ayetlerden, hadislerden, süsler asmışlar. Sabah ışıkları üzerine, belki yalnız bugüne mahsus olan bir ruhânî cilve döküyordu. İnceldiler, mûnisleştiler. Bayramın kudümü (gelişi) sezildikçe adetâ neş'eli bir istiğrâk içinde kaldılar (neşeden kendilerinden geçtiler).
Bayram semadan ineceğini ihbâr etmeye başlayınca on bin Müslümanın tekbiri dinî bir alkış gibi kubbeye çıkmaya başladı. Mukaddes inilti taşları bile hurûşa getiriyordu (coşturuyordu). Onlar da güyâ tekbîr alıyorlardı. Nihâyet bayram en üst pencerelerden bir ışık hâlinde girdi. Evvelâ ism-i Celâlin, kendisini yaratan kuvvetin eteğine secde etti. İzzet Efendi'nin lâ-yemût (ölümsüz) şaheserleri güneşi camide tekrîr eden bir ziyâ oldu. O zaman son tekbirler bir od ağacı tütsüsü gibi enfes nebât nakışlı sütun başlıklarına, kemerlerine, bunca tezyinatına sürünerek son mozaikleri parıldaşan yarım kubbelere ve büyük kubbeye, Allah'a, Muhammed'e, çehâr yâre doğru savruldu. Müminler bayramı karşılamak için ayağa kalktı. İmam, sesini, Müslümanların bayram şerefine Allah'a arz ettikleri şükrânı, Allah'a beyâna hasretti. Cemaat bunu yerlere kapanarak te'yid etti.
Son derece vakur ve münkâd (boyun eğmiş) bir sükût içinde hutbeyi beklediler. Yeşil sarığına sırma dolamış yeşil cüppeli hatip, eski yaldızlar içinden berrak ve zarif nakışları beliren mermer minberin yeşil perdesini açtı. Basamakları ağır ağır çıktı. Huşu'lu sükûn kusvâsına (son noktasına) varmıştı. Öksürükleri bile kesildi. Sanki camide hiçbirimiz yoktuk, yalnız o vardı. Onun sesi, hiç mübâlağasız, Ayasofya kubbesinden ve cidârlarından daha fazla yeri dolduracak kadar feyyâzdı (bereketli). Böyle temkinli, böyle vâzıh, böyle dolgun ve zorluksuz çıkan ses nâdiren işitilmiştir. Harflerin bile en arka saflarda sarâhati (açıklığı) hissolunuyordu. O minberde okurken müezzin mahfilindeki müezzinler ayağa kalkmışlar, el pençe divan durmuşlar, çevre olmuşlardı. Hatip peygamberin ve çehar yâr (ilk dört halife) ile ahfâd-ı Muhammed'in (Hz. Hasan ve Hüseyin) isimlerini zikr ettikçe onlardan biri evvela müessir bir nidâ ile tebcîl (yüceltiyor) ediyor, sonra mübârek isim yirmi ağızdan bir arada çıkan bir duâ hâlesiyle sarılıyordu. Hatip peygamberin arzusunu yerine getiren Fatih'i andı. Halifenin ve Türk milletinin selâmetine duâ etdi. Ve minberde duran bir kılıcı alarak aşağıya indi.
O zaman, kırgın yüreklerimizin samimi tercümanı olabilecek gayet güzel bir ses, Murad-ı Sâlis'ten yadigâr kalan müezzin mahfilinden bir hıçkırık halinde koptu. Duâyı ilân etti. Bütün eller havaya açıldı. Kubbe, göğüslerden çıkan hırıltılar ve iniltilerle bir galeyan içinde kaldı. Keşke bilmeseydik, nekbet eyyâmının (felaket günleri) duâlarında ne ayrı bir te'sîr var. Her âmin bir vâveylâ (feryad) idi. Sağımdaki nefer de solumdaki saka (sucu) gibi ağlıyordu. Hünkâr mahfilindeki şehzâde de müezzin mahfilindeki zâbitler ve hocalar gibi müteessirdi. Bu duâ hiç dinmek istemiyor gibi uzadı.
Biraz evvel lafz-ı Celâl'in eteğine kapanan ışık, adetâ Rabbânî bir gufrân (bağışlanma) gibi kubbeden sütunlara doğru inmeye başladı. Merhâmet güyâ ziyâ hâlinde bu menkûb (dertli) cemâatin duâsına icâbet ediyordu. O vakte kadar başlarımızın üstünde züccâcı (camları) birer istelâktit (mukarnas) hey'etinde duran top kandillerin yuvarlak uçları âdeta eriyip birer yaş gibi üzerimize damlayacaklar sanılırdı. O kadar incelmişler ve şeffaflaşmışlardı… Dinen ses gamlı hurûşa (coşkuya) nihâyet verdi.
O zaman muazzam kalabalık harekete geldi. Asya'nın bir ucundan Afrika'nın öbür ucuna kadar süren bedbaht ve menkûb İslam kıt'asının her diyarına mensûb insanlar vardı. Sarıklıları, uzun hırkalıları, kıvırcık papaklıları, kefiyelileri… Bunların dünya lisanları biri birinden ayırıyordu. Fakat ahret lisânı, fakat kalp lisanı bilhassa şu felâket bayramında biri birine büsbütün ayan olmuştu. Biri birlerinin boynuna ne şefkatle sarılıyordu. Nice omuzlara göz yaşları döküldü. Bunlar bin bir derdin beliğ bir lübbü gibi bir gözden bir kalbe sızdı.
Her köşede a'mâ hâfızlar Kuran okumaya ve dervişler zikretmeye başladılar. İhtiyâr bir Türk kadını bir garip mersiyeyle kubbeyi çınlatıyor. Önlerine sadakalar yağdı.
Ses çıkarmayan sâiller (dilenciler) yalnız dünkü ordunun kahraman enkazlarıydı. Esârete alışamayan milletler gibi dilenme âhına yabancı kalan seslerini içlerine gömmüşler. O genç ve dinç ma'lullerin (özürlü) bakışlarında öyle meftûr (bezgin) bir vakar vardı ki!... Önlerine para bırakanları hürmete mecbur eden mukaddes acizlerine yüreğim paralandı. Bir zaferin ebedî hatırası olan câmiden dil-gîr (kırgın) ve makhûr (kahrolmuş) bir asîl kâfile sükûnuyla çıktık. Fakat çıkmayaydık, diyordum. Zira hepimiz biliyorduk ki Türk'ün bayramı bu yıl yalnız camilerde başlayıp yine camilerde tükenecektir. Yabancı içine çıkmaya utanacaktır.
Ne diyelim, Cenab-ı Mevlâ bu asil millete bayram saadetini sadece bayram sabahı yaşadığı günleri tekrar yaşatmasın.