Geçenlerde, bir ilahiyat fakültesinin kep fırlatma töreninde 10. Yıl Marşı'nı okumaları tartışma konusu olmuştu. Marşın okunup mu okunmaması tartışmalarına girmeyeceğim. Ancak herkes marşa takılmış iken ben İlahiyat öğrencilerinin bizim geleneğimizde hiç yeri olmayan, kökeni kilise üniversiteleri olan cübbe ve kep giyilerek icra edilen mezuniyet töreninin neden kimseyi rahatsız etmediğini ve tartışılmadığını merak ediyorum.
Batı üniversitelerinden kopyaladığımız, kökeni Katolik din adamlarının kıyafetlerine kadar giden cübbe ve kep, her ne kadar kilisenin etkisinden kurtulmuş olsalar da öğrencilerin ve hocalarının, köklerinin kiliseye olduğunu unutmamak ve unutturmamak için düzenlenen törenlerde giydikleri sembolik anlamı olan tören elbiselerdir. Bizim kolektif tarih bilincimizde olmadığı için anlamlandıramadığımız bu kıyafetler bir Batılı için çok anlamlıdır.
Boğaziçi ve ODTÜ'nün kurucularının kültürüne uygun törenler düzenledikleri, diğerlerinin de onları taklit ettiği ülkemizde kendine has bir tören geliştirememesi da ayrı bir konu olarak ortada duruyor. Hele bir üniversite için en kutsal olarak kabul edilecek doktora mezuniyet törenlerin yapılmaması, diplomaların üç-beş memurun çalıştığı bir odada bir memurun elinden alınması üniversitenin kendisine karşı saygısının olmadığı anlamına geliyor. Çünkü kurulduğu tarihten beri üniversiteler için en prestijli tören doktora mezuniyet törenidir. Bunun sebebi üniversitelere hoca yetiştiren üniversite olduğunu ilan etmesidir.
Yeri gelmişken doktora tezleri ile ilgili bir hususu daha ileri getireyim. Doktora tezi, üniversitenin itibarı olduğu için mezuniyet kararının da Üniversite Senatosu tarafından verilmesi beklenir. Senato, bir öğrencinin doktor olmasına karar vererek hem diplomayı daha değerli hale getirmekte hem de senato olarak akademik bir gücü elinde tuttuğunu göstermekte. Bizde kimi üniversitelerin Senato'yu tezleri dolaştırılarak ve gündemi çoğaltarak meşgul etikleri için kaldırdıklarını, doğrudan Enstitü yönetim kurulu kararı ile mezun edildiğini görüyoruz. Oysa doktora diploması enstitünün değil doğrudan üniversitenin dolayısıyla en üst akademik kurulu olan senatonun uhdesindedir ve senato tarafından tasdik edilmesinin gerekçesi de budur.
Bu kısa açıklamadan sonra biz yine tören kıyafeti meselesine dönelim.
Peki bizde nasıldı?
Bizde Batı'daki gibi bir mezuniyet töreni hiçbir zaman olmadı. Onun yerine icâzet törenleri yapılırdı. İcâzet ise artık mezun olma hakkı kazananlara verilirdi. Törenler de mezun olunan medresenin durumuna göre yapılırdı.
Müderris olmaya hak kazananlar için düzenlenen törenler büyük bir camide olurdu. İstanbul'da Ayasofya en başta gelen cami idi. Onu sırasıyla Fatih ve Süleymaniye takip ederdi.
Tören günü, büyük hocalar camiye girmeden adaylar giremezdi. Onlar caminin bir başka kapısının önünde hocalarının camiye girmelerini beklerlerdi. Mezun olacak ve icazet alacak müderris adaylarının sarıkları her zamankinden daha büyük sarılırdı. İmam-ı Azam kıyafeti olduğu için kollar ve sırtı geniş biniş adı verilen cübbe giyilirdi. Bu arada binişi sıradan insanlar giyemediğini hatırlatayım.
Sarık ve cübbe Bağdad'dan alınarak kullanılmaya başlandı. Nizâmiye Medresesi müderrisleri siyah cübbe ve sarık giyerdi. Osmanlılarda ise ulemâ örfî tabir edilen beyaz sarık sararlardı. Şeyhülislam, kazasker ve büyük şehirlerin kadıları törenlerde taylasan denilen sarığın ucunu omuzlarına sarkıtırlardı.
Müderris adayları ise o gün için sakallarını uzatır ve güzelce düzeltirlerdi. Her zaman giydiklerinden daha büyük bir serpuş ve daha uzun sarıkları olurdu. Sarıkları uzun sarmakla ilgili bir hikâye de anlatılır.
Hamam kubbesini başına geçirmedi ya!
Bir icazet töreninde yani mezuniyet töreninde müderris adaylarından biri adet olduğu üzere başına gereğinden büyük bir kavuk almış ve üzerine de Hz. Yusuf'a (AS) nispet edilen birbirini çapraz kesecek şekilde sarılan Yusufî sarık sarmış. Yine böyle sıcak bir mevsimde, koca kavuk altında alnından şıpır şıpır terler dökülünce arkadaşlarından biri dayanamamış:
- Hocaefendi, şu sarığı biraz küçültseniz de bu kadar terlemeseniz olmaz mı idi?
Diyecek olmuş. Bunun üzerine genç müderris:
- Olmazdı, çünkü İmam-ı Azam sünnetidir.
Deyince beriki dayanamamış:
- A kuzum! İmam-ı Azam (RA) sarığı uzun sarın demiş, hamam kubbesini başınıza geçirin dememiş ya.
Bu merasime katılan her müderris biniş giyemezdi. Sadece öğrencisi olan hocaların biniş giyme hakkı vardı. Bu da o törenin hem öğrenci hem de hoca için önemli ve farklı hale getiriyordu. Bir de töreni idare eden ve yönetici pozisyonunda olanlar biniş giyme hakkına sahipti.
Hocalar sırasıyla içeri girer, kendileri için ayrılan yerlere oturduktan sonra bu sefer müderris adayları sırayla içeriye giyerdi. Tabi içeri girme sırası numaraya göre olmazdı. En öne boylu poslu, sakalı bıyığı gür olanlar geçerdi. Evli olanlar varsa öncelik onların hakkı idi. Yerliler de yabancılardan önce girerdi. Sıranın en sonunda bekarlar, yabancılar ve köseler olurdu.
Bu sırlamadan benim anladığım ideal müderrisin boylu-poslu, yakışıklı, evli ve yerli olması beklendiği.
Sözü fazla uzattım, mevzuya döneyim. İlahiyat Fakültesi mezuniyet töreninde 10. Yıl Marşı'nın okunup okunmasından önce törenin kendisini tartışmalıyız. Kilise üniversitelerinde başlayan törenleri daha ne kadar yapacağız? Kendi geleneğimizden beslenerek günün şartları ve öğrencilerin taleplerini de göz önüne alarak mezuniyet merasimi geliştirebilecek miyiz? Doktora mezuniyetlerine gereken önemi verecek miyiz?
Bence tartışmamız gereken mesele budur, vesselam.
İsmail Güleç