Karacaoğlan'ı bilmeyenimiz, duymayanımız yoktur ancak hakkında bildiklerimiz o kadar sınırlı ki Karacaoğlan hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Tam olarak eskilerin meşâhir-i meçhûle dedikleri gibi adını bilinen ancak kim olduğunu bilinmeyen biri Karacaoğlan.
Karacaoğlan, âşık edebiyatı denilince akla hemen gelen birkaç isimden biri, belki de birincisi. Hakkında en çok araştırma ve yayın yapılan halk ozanı olmasına rağmen ne doğum tarihini biliyoruz ne de ne zaman yaşadığını. En erken XVI. yüzyıl başı en geç XVIII. yüzyıl başı arasında iki yüzyıldan fazla bir zaman dilimi içinde yaşadığı tahmin ediliyor. Hatta birden fazla Karacaoğlan yaşadığını düşünen araştırmacılar da var.
Bilmediğimiz tek şey Karacaoğlan'ın yaşadığı zaman değil, doğup büyüdüğü şehri de bilmiyoruz. Toroslar ve Güney Anadolu'da, Maraş-Antep civarında yaşadığı tahmin ediliyor. Dolayısıyla nerede doğup nerede öldüğü de bilinmiyor. Ancak bildiğimiz çok güzel şiirleri söyleyen büyük bir âşık olduğu.
Şiirleri ile ilgili de elimizde kesin bilgi yok. Bilinmezlik iki noktada. İlki şiirlerinin hangilerinin ona ait olduğunu kesin olarak bilmiyoruz. İkincisi de ona ait olduğu söylenen şiirlerin ne kadar değişmiş olabileceğini de bilmiyoruz. Her saz şairi onun şiirlerini türkülerini söylemek istediği için zamanla türkülerinin kimi dizeleri veya kelimeleri de değişmiş. Bu yüzden şiirlerin ne kadar özgün olduğu da bilinmiyor.
Doğayı en güzel tarif eden şairlerin en iyisi olan Karacaoğlan'a ait olduğu kabul edilen şiirlerdeki hâkim özellik şairin dış dünyayı, bilhassa sevgilinin güzelliğini büyük bir samimiyetle dile getirmesidir. İkinci özelliği âşıkların belirgin özelliklerinden biri sayılan irticâlen şiir söyleme yeteneğidir. Üçüncü özelliği şiirlerinin dilindeki samimiyet ve sadeliktir. Bu samimiyet ve sadelik pek çok halk şairinin ulaşamadığı seviyeyedir. Bu iki özelliğine türkülerinde yerel ve doğaya dair unsurları ustaca kullanması da eklenince Karacaoğlan şiirinin gerçek çehresi oraya çıkar. Maddî hazlar, güzellere düşkünlük, Nedîm'i hatırlatacak düzeydedir. Araştırıcılar onun şiirlerinde neredeyse dinî motiflere hiç yer vermediğini, tasavvuf düşüncesinin neredeyse hiç olmadığını söylerler.
"Üryan geldim üryan giderim" mısraıyla başlayan türkü, araştırmacıların neredeyse ittifaken söylediği bu görüşün doğruluğunu sorgulamama neden oldu. Sizi daha fazla merakta bırakmamak için bahsettiğim türküyü hatırlatayım.
Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeye elde fermanım mı var
Azrail gelmiş de can talep eyler
Benim can vermeye dermanım mı var
Dirilirler dirilirler gelirler
Huzur-ı mahşerde divan dururlar
Harâmî var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var
Er isen erliğin meydana getir
Kadir Mevlâm noksanımı sen yetir
Bana derler gam yükünü sen götür
Benim yük götürür dermanım mı var
Karac'oğlan der ki ismim överler
Ağu oldu bildiğimiz şekerler
Güzel sever diye isnad ederler
Benim Hak'tan özge sevdiğim mi var
Ben bu şiiri tasavvufi terbiye almamış birinin söylemesinin mümkün olmadığı kanaatindeyim. Neden bu kanaatte olduğumu müsaadenizle izah etmeye ilk dörtlük ile başlayayım.
Üryan gelmek doğum, üryan gitmek de ölümü ifade ediyor. Ne gelirken yanımızda bir şey veya biri vardı ne de giderken olacak. Bu dünyada kazandıklarımızı bu dünyada bırakacağız.
İkinci dize ise hayatın değişmez kaidesini hatırlatıyor: Bu dünyaya gelip de gitmemek mümkün mü? Kimler ölmedi ki ben ölmeyeyim. Hz. Âdem efendimizden bugüne kadar nice peygamber, veli, büyük kumandan ve alimler gelip geçmedi mi? Dolayısıyla ben de öleceğim.
Azrail ölüm meleği. O geldiğinde canını vermeyecek kimse yok. On dize ise ilk üç dizeyi bir başka düzleme taşıyor, şiirleştiriyor. Şairin benim can vermeye dermanım mı var, derken içinde bulunduğu hâli anlatabilecek en güzel şekilde ifade ediyor. İnsanoğlu dünyaya geldiğinden beri Azrail canını aldığı bir hakikat olarak ortada dururken "benim can vermeye dermanım mı var" diye sorması kolay söylenecek bir söz değil. Bu sözden hem can verecek kadar hali olmadığını, gücünün tükendiğini hem de derdinin çaresinin can vermek olmadığını söylemiş oluyor.
İkinci dörtlük dirilip dirilip gelenlerle başlar. Dirilip gelmek, öldükten sonra dirilmek demek ve gelinen yer mahşer. Divan durmak mizana çekilmek için sıraya geçip sevapların ve günahların tartılmasını beklemek. Harami ile zebaniler kastedilmekte ve cehennem korkusu hatırlatılmakta. İpek yüklü kervanı olmamak hesabını veremeyeceği malı, mülkü olmaması anlamının yanı sıra bu dünya hayatında korkulacak bir şey yapmaması anlamına geliyor. Şair veremeyeceği hesabının olmadığını yine şairce ifade ediyor.
Er olmak Allah'ın adamı olmaktır. Ne kadar çalışırsak çalışalım mutlaka eksik bir tarafımız vardır. Ancak Allah'ın yardımı ile eksikliğimizi tamamlarız. Bizim çalışmamızla mümkün olmaz. Eğer bizim gayretimiz ve amelimiz Allah'ın hoşuna giderse bize lütuf olarak eksiklerimizi tamamlama fırsatı verir. O yüzden bir bildiklerimizle amel etmek zorundayız.
Gam yükü çile, dert, bela demek. Burada iki anlama gelecek şekilde kullanılmış. İlki o kadar çok çektim ki bir gram daha taşıyacak halim kalmadı. İkincisi dünya malım yok, dolayısıyla benim dünya malından kaynaklanan derdim ve sıkıntım da yok demiş olmakta.
Son dörtlükten Karacaoğlan'ın şöhretinin farkında olduğunu anlıyoruz. Şeker diye bize sunulanlar ağu yani zehir oldu. Bizi bozmak için şekerlerimizi bozdular. Zehir mesabesinde olan şirki ve günahı bize şekermiş gibi, dini bir emirmiş gibi sundular. Benim için de güzel peşinde koşar diyorlar. Allah aşkına söyleyin, benim Allah'tan başka sevdiğim biri mi var?
Bu dünya hakikatine dair hikemî ve irfânî bir şiir okuduk. Şimdi size tekrar soruyorum. Ya Karacaoğlan hakkında verilen bu hüküm yanlış ya da bu türkü Karacaoğlan'a ait değil derken haksız mıyım?
İsmail Güleç