Ruşen Eşref Ünaydın'ın (ö. 1959) Millî Mücadele yıllarında uzunca bir süre uzak kaldığı İstanbul'a döndükten sonra hasret ve keder içinde kaleme aldığı ve bir kısmını daha önce muhtelif dergi ve gazetelerde yayımladığı yazılarından meydana gelen Ayrılıklar (1923) isimli kitabında bir Kurban Bayramı'nı anlatır. O günlerden bugünlere neler değiştiğini veya değişmediğini görmek için kitapta ilgili bölümü kimi açıklamalarla aktarıyorum.
Kurban Bayramı Tehassusları
Kürre-i arzımızdan elli-altmış senede bir gözüken siyah yıldızlar gibi ruhumuzun fezâsında da artık silinmiş sanılan seyyâr hayaller var ki zaman zaman izleri belirip yine uçuklaşıyor.
Yazar güzel bir başlangıç yaparak yazısına başlıyor. Zaman geçtikçe unutuldu zannedilen hatıraların unutulmadığını çok veciz bir dille ifade ederek okuru konuya hazırlıyor.
Bu sabah bekçi
Bu sabahın ayazına
Kalkın Hakk'ın niyâzına
Abdest alın ey komşular
Buyrun bayram namazına
Mânisini okuyarak müminleri kaldırırken dalgınlık ve uyanıklık arasında çocukluk hatıralarım yine canlandı.
Yazar bekçi manisi ile çocukluğuna götürdü bizi. Bekçi manisi de kısa olmasına karşın üzerinde bir yazı yazılacak kadar güzel ve anlamlı. Az sonra söylenileceği üzere mevsim kış. Sabah hava soğuk iken milleti abdest alıp bayram namazı kılmaya davet eden bir bekçiden bahsediyoruz, hoca efendilerden değil.
Kurban bayramının gecelerinin uykusu, o zamanlar sevinçle merhamet arasında kısalırdı. Koçların, koyunların o gece rüyada hep böyle satırlar, bıçaklar, ipler, dülbentler gördüğünden burunlarına od ağacı kokusu geldiğinden emindik. Bu ölüm rüyası ki bizim uykularımızı karçırırdı- koyunları korkutmaz mıydı? Aşağıda üzüntüden mi çılgınlıktan mı melerlerdi. Fakat hanımninem te'min ederdi ki o kurbanlıkların arefe gecesi sabahlara kadar melemesi hep - sahiplerinin günahlarını affettirmek için- Allah'a karşı ibadetmiş!..
Mensur şiir denilmeye seza benzetmelerle duygularını ifade eden yazar yukarıda iki duygudan bahseder: Sevinç ve merhamet. Bayramları tarif eden bu iki duygudan ilki olan sevinç, bayram geldiği için başta çocuklar olmak üzere herkes için, merhamet ise başta kurbanlıklar olmak üzere tüm fakir fukara ve garip guraba için.
Çocuk muhayyilesi kurbanlık koçlara rüya gördürür elbet. Duyguları arasında gidip gelen çocukların, koyunların melemelerinin üzüntüden olduğunu düşünmeleri normal değil mi? Ne güzel bir tecrübe imiş meğer arefe gecesini kurbanlık koyun ile aynı çatı altında geçirmek! Bizim için uzak bir hayal maalesef.
Haminnenin çocuklara koyunlar için anlattıkları ise asırlardan beri nenelerin torunlarına anlattığı hikaye. Maalesef artık çocuklarımıza hikayelerimizi aktaran nineler de yok. Artık başkalarının masallarını dinliyor, başkalarının ninnileri ile uyuyoruz. Sonra da neden başkalarına benzemeye başladık diye sızlanıyoruz.
O koyunların gökten altın zincirlerle inip de İbrahim Aleyhisselâmın bıçağı altına yatan Hz. İsmail'in imdâdına yetişmeseydi bizler erkek evlatlarımızı kesecektik. Sizin gibi yavrulara nasıl kıyardık?" derdi. Gözünün önüne kesildiğimiz gelirdi de mi "Allah göstermesin!... Yâ Rabbî" diye sarılır, yüzümüzü, saçlarımızı koklar öperdi.
Bir nine ile torun arasındaki sevgiyi göstermek için anlatılan bir hikaye olarak değerlendiriyorum. Böylece çocuğun hayvana olan muhabbeti ve merhametinin yanına bir de hayranlık ekleniyor.
O sırada yatsı topları atılırdı. Omuzlarına dökülen beyaz baş örtüsünün içinde genç ve narin yüzü uçuklaşan teyzem seccadede ağlayarak için için Yâsin okurdu. Bize de dua ettirirlerdi. Sonra teyzem -babasına en düşkün o imiş- derdi ki:
Yazar bu paragrafta İstanbul'da bir konakta arefe gecesini anlatıyor. Arefe gecesi vefat eden büyükler için Yâsin suresini okumak adetini hatırlatıyor. Çocukların da duaya ortak edilmesi hem onları duaya alıştırmak hem de masumların dualarının kabul edildiğine dair inançtan dolayı olmalı.
- Paşa babam böyle bir kurban bayramının yatsı topları atılırken can verdi. Biz odalarımızda esvablarımızla, fotinlerimizle eğlenip dururken sofada bir çığlık koptu. Hemen kapısına koştum. İçeriye sokmadılar. Kapı aralığından baktım, beyaz yorgandan başka bir şey görmedim. Allah kimseyi babasız koymasın. Dua edin de babanız çok yaşasın. Çocukların duası böyle mübarek gecelerde kabul olurmuş.
Bu paragrafta arefe akşamı Kur'an okumanın diğer sebebini öğreniyoruz. Paşa dede, bir Kurban Bayramı arefesinde dünya göçünü tamamlayıp ahirete sefer etmiş. Bu hatırayı bu kez fırsata dönüştüren teyze çocuklardan hem kendi babası için hem de kendi babalarının çok yaşaması için dua etmelerini ister. Çocuklara babalarının ne kadar kıymetli olduğunu hayatlarının sonuna kadar unutturmayacak bir öğüt.
Hanım ninem parmaklarıyla gözlerinden yaşlar toplardı. Çerkes dadılar da başları titreye titreye bizim gibi dinler:
- Yattığı yer nur olsun. Senin baban damatların en iyisi idi. Hiçbir kul ondan incinmedi. Çenesi bağlandıktan sonra kendi kendine sağ tarafında döndüydü. Aşkıdil o vakit bana yeminle söyledi. Büyük paşa babana da okudun mu? Asıl velinimetimiz o, derlerdi.
Yazar, dedesinin ne kadar iyi bir insan olduğunu dadılara söyletiyor. Aynı zamanda keramet sahibi bir veli. Bunu da öldükten sonra kendi kendine sağına dönmesinden anlıyoruz. Dünyada nasıl bir hayat sürdüyse artık bedeni öyle alışmış ki öldükten sonra bile alışkanlıklarını sürdürüyor. Cansız bedeni bile adeta canlanıp sahibinin arzu ettiği şekilde davranmış.
Bunları biz masal gibi dinlerken rüzgâr panjurların kancasını gıcırdatır, merdivende ıslık çalardı.
Yazarın en çok beğendiğim tarafı benzetmeleri. Ahşap bir konakta esen rüzgarın çıkardığı sesler bundan daha güzel nasıl tarif edilirdi, bilmiyorum.
Kendi kendimize: "Büyük babalar sağ olsaydı çil çarık yerine bize çil altın verirlerdi. El öpmeye kira arabasında gideceğimize konak kapısında giderdik, değil mi!" derdik.
Büyükbabanın mübarek hatırasından bu dünyanın kutsal olmayan hakikatlerine dönüş yaptığımız bir paragraf. Bu dünyada çocuklara büyükbabalar, büyükanneler kadar cömert davranan bir başka kimse var mıdır acaba?
Minder üstündeki yeni elbisemize, odaya yeni kokuları sinen lastiklerimize baka baka uykuya dalardık.
Benim de çocukluğumdan hatırladığım bir konuya geldik. Şimdiki gibi senenin her ayı, haftanın her günü, günün her saati elbise ve ayakkabı alınmazdı. Bayramlar yeni elbise alınan günlerdi ve o elbiseler sabaha kadar bizimle beraber uyurdu.
Sabaha karşı – o vakit köşkümüz çifte havuzlarda idi- horoz ve kaz sesleri, koyun melemeleri, köpek ulumaları arasında uzaktan uzağa davul sesi gelirdi. Bekçi köşkün önünde yine tıpkı böyle:
Bu sabahın ayazına
Kalkın Hakk'ın niyâzına
Abdest alın ey komşular
Buyrun bayram namazına
Mânisini okurdu. Halbuki evin içinde herkes çoktan ayakta bulunurdu. Teyzem ince elleriyle paşasının dolgun göğsüne nişanlarını, madalyaları iliştiriyordu. Kordonunu, palaskasını düzeltir; dadılar içine öksürük karışan eski nefesleriye mangal ateşini üfle; lalamız paşanın lastiklerini, paltosunu hazırlar, çavuş kupanın kapısında beklerdi. Nihayet kendisi mızraklı alayının göğsü al üniformasıyla parıltılar içinde sofadan geçerdi. Konsülün üzerinde duran vazolar, bardaklar yürüyüşünden sarsılır, çınlardı. Biz de gecelik entarileri, boy hırkalarıyla onu seyretmeye koşardık. O, beyaz eldivenin içindeki şehâdet parmağını bize doğru kaldırarak "Sakın ha bu ayazda camie gideceğim demeyeceksiniz" derdi. O arabaya binerken dadılar içeride:
- Allah şirin göstersin, diye dua ederlerdi. Sonra bize dönüp "Siz de gün mü gördünüz a zavallılar! Büyük paşa damadını yanına alır, arkalarında şakır şakır yaverler, atlılar arslanlar gibi saçak öpmeye giderlerdi. Biz hepimiz merdivenlerde, taşlıkta sıra sıra mumlar tutardık. Hamd olsun o günleri de gördük. Buna da şükür!" derlerdi.
Akşam oldu, Kur'an okundu, namazlar kılındı, dualar edildi, elbiselerle yatıldı, sabah bekçi sesiyle uyanıldı ve namaz hazırlıkları başlandı. Büyük bir konak ve konakta yaşayan tavuk, kaz, koyun bir de köpek. Sabahın seyredilmesi en eğlenceli kısmı paşa babanın üniformasını giyip evden kışlada düzenlenen merasimleri aratmayacak şekilde çıkması. Baba çıktıktan sonra çocukların namaza gitmek için ellerinden geleni yapmaları ve babanın sıkı tembihine rağmen namaza gitmeleri.
Yazarın kullandığı saçak öpmek ibaresi paşanın gittiği yer hakkında bize bilgi veriyor. Paşa babanın, sarayda bayramlaşma törenine katılmak için evden ayrıldığını anlıyoruz. Devlet erkanı, padişahın tahtından sarkıtılmış saçakları öperek adeti yerine getirirdi.
Tembihe rağmen kadınlar bizimle başa çıkamazdı. Sofu lalamız da bir yandan kışkırtırdı. Camiye gideceğiz diye tuttururduk. Cami uzaktı. Tarla içlerinde, yol kenarlarında damla damla fenerler hep bir istikamette gide gide toplaşır, aynı yerde üflenirdi. Biz çamurlara batıp çıkarken hususî muâyede treni de bir türlü tamamıyla ağıramayan geceye uçuk sarı bir çizgi çekerek ufka dalardı.
Camiye giden çocukların yolculuğu artık gerilerde kaldı. Erenköy, Çiftehavuzlar, Suadiye artık eskisi gibi bağ, bostan ve tarla değil. Dolayısıyla yollar da çamur değil.
Manzara şu: Bir tarafta ellerinde fenerlerle camiye gidenler, diğer tarafta sabah erken saatlerinde geçen tren. Ne kadar sinematografik bir manzara. Yazarın trenin kayboluşunu anlatması ise şiir gibi.
Sırtlarında sebil, Erenköy istasyonunda her Allah'ın günü dükkan dükkan dolaşan uşaklar, bahçıvanlar, palabıyık seyisler, poturlu ve burma sarıklı talikacılar namazdan sonra cami kapısında efendilerin elini iki avuçlarının içinde birkaç kere sallarlar, başlarını göğüslerine doğru eğerler, "Bayram-ı şerifi mübarek olsun" derlerdi. Yahut da birbirlerine sarılarak, başlarını birbirlerinin omuzlarına yatırarak aynı lisanın ayrı ayrı şiveleriyle bayramlaşırlardı. Bütün bu gurbet düşkünleri sanki şu melalli neş'e sabahında biri birine silahlar gibi çatılarak tutunurlar, avunurlardı. O vakit içimde de merhametle sevinç tıpkı bu köylüler gibi birbirine sarmaş dolaş olurdu.
Sıra bayram namazı cemaatine geldi. Bugün dilimizde pek kullanılmayan talikacı, dört tekerlekli üstü kapalı at arabası sürücüsü demek. Bahçıvanın, aşcının, seyisin ve sair çalışanların hem yanlarında çalıştıkları efendilerle hem de kendi aralarındaki bayramlaşmaları pek değişmemiş. Bu manzara hâlâ aynı. Ancak cami çıkışında bayramlaşırken birbirine sarılmalar biraz değişmiş gibi. Artık birbirimizin omuzuna başlarımızı yatırmıyoruz. Aynı lisanın ayrı ayrı şiveleri ile konuşan bu insanlar halkın ta kendisiydi. Artık şivelerimiz artık o kadar ayrı değil. Gurbetten ekmek parası için gelenlerin birbirlerine sarılmalarını tüfeklerin çatılmasına benzetmesi ne çok şey ifade ediyor!
Fakat düşünür müydüm ki büyüklere geçmiş zamanları bayramda anmanın ne münasebeti var diyen ben de bir gün gelip onlara benzeyecektim. İşte bu sabah dadıların:
- Siz de gün mü gördünüz a zavallı çocuklar!
Dediği aklıma geldi. Onlardan aldığımız bu sözü bizim de şimdiki çocuklara söylemeye nasıl dilimiz varacak?
Değişmeyen kaide. Babalarımız bize derdi, biz de çocuklarımıza. Çocukluğumuzda şimdiye kıyasla neredeyse hiçbir şeyimiz yoktu ama mutlu idik. Şimdikilerin her şeyi var ama bizim kadar neşeli ve mutlu değiller. Acaba bizim olmadığını düşündüğümüz mutluluk bizim geçmişe olan özlemimiz olabilir mi? Çok emin değilim.
Fikret dedi ki: "Meserret yalnız çocukların, çocukların payıdır."
Hangi çocukların? Şu acıklı bayramlara, çoğu ayakkabıları, çorapları için anaları babaları kadar üzülen; para kıtlığından gezmeye değil, el öpmeye bile gönderilemeyen çocukların mı? Toplarının bile sesi kısık bu neş'esiz bayramları gören çocuklara mı?
Tevfik Fikret'in Haluk'un Bayramı şiirinin ilk mısrasını hatırlatan yazar acaba bugünün çocuklarını görse ne derdi? Mutluluğu harcamak ve tüketmekte arayanları görünce yine aynı şeyleri düşünür müydü?
O hanım nineler, o teyzeler, o amcalar, o dadılar da -hatıralarını bize bırakarak- tıpkı hatıralarına ağladıkları insanlar gibi oldular. Bize:
- İnşallah siz iyi günler görürsünüz, diye dua ederdiniz. Halbuki daha sizlerin zamanında Kafkas'tan, Bosna'dan, Sırbistan'dan, Şarkî Rumeli'nden doğru süzülmeye başlayan devlet on yıl içinde tülbent dibine tortu gibi toplandı. Göreceğimiz günler bunlar mıydı? Meğer sizin ağladığınız günler ne mes'ûd günlermiş!
Değişmeyen şeylerden biri de bu toprakların mağdur insanların sığınacakları yer olması. O zamanlar Kafkas, Bosna, Sırbistan, Bulgaristan'dan geldiler. Bugün de doğumuzdan ve güney doğumuzdan geliyorlar. Osmanlı coğrafyasının küçülmesini ifade ederken yaptığı tülbent benzetmesine ayrıca dikkatinizi çekerim.
Bekçi:
Bu sabahın ayazına
Kalkın Hakk'ın niyâzına
Abdest alın ey komşular
Buyrun bayram namazına
Derken – artık el öpecek kimsesi kalmamış bir adam gibi- gözümü, yok olmuş insanların ve günlerin hayali bürürdü. Başımı yastıklar arasında gömdüm.
- Bari siz çocuklara, ileride bugünkü bayramlarınıza hasret çekmeyin! İnşaallah iyi günleri sizler görürsünüz.
Yazar başladığı gibi yazısını bitirdi. Dualar ile başladı, dualar ile bitirdi. Çocukluğu ile başladı, çocuklara seslenerek bitirdi. Biz de yazarın duasına Amin diyelim ve ekleyelim.
Bayram sevincimizi, çevremizdeki garip, fakir, öksüz, yetim, kimsesiz, mağdur, hasta, yolda kalmış, evsiz-barksız, aç-bî-ilaçları unutmayarak merhametle tamamlayalım. Onların sevincine ortak olmadıktan sonra bayram bizim neyimize!
İsmail Güleç