Son zamanlarda ülkemizde yaşananları hepimiz üzüntü ve endişe ile takip ediyoruz. Ülkenin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine her köşesinden anna-babasını öldüren evlatlar, çocuklarını katleden anneler-babalarla ilgili haberleri televizyonlar ve sosyal medya her gün üzerimize boca ediyorlar ve bizi derin yeis içinde bırakıyorlar. Sahtekarlığın bin türünü görüyoruz ve ne yapacağımızı bilemez bir haldeyiz. Tevfik Fikret'in;
Doğruluk dilde yok dudaklarda
Hayr ayaklarda şer kucaklarda
dediği devri yaşıyor gibiyiz. Bu haberleri gördükçe ve işittikçe Nâbî merhumun;
Ceyş-i gamdan kande etsin ilticâ ehl-i niyâz
Kal'a-i himmette Nâbî burc ü bârû kalmamış
Ey Nâbî, ortada sığınacak himmet kalesi ve hisarları da yok. Gam ve keder askerleri böyle saldırmaya devam ederse ihtiyaç sahipleri nereye sığınacak?
sözlerini hatırlayıp ümitsizliğe düşer gibi oluyorum.
Uzun zamandan beri kendime sorduğum bir soru var. Biz hep böyle mi idik? Değilsek ne ara böyle olduk? Bu bela girdabından nasıl kurtulacağız? Toplu cinnet hali ne zaman bitecek?
Haberleri izledikçe ve duydukça ümitsiz bir şekilde üzülüp dururken Mehmet Ali Kalkan'ın "Köyümden Gönlümden" başlıklı kitabı içimi ferahlatan su oldu, az da olsa ümidimi artırdı. Mehmet Ali Kalkan'ın, unuttuğumuz hasletlerimizi hatırlatması bir nevi çölde yürürken bir vaha ile karşılaşmak oldu.
Kalkan'ın, hayatının bir kısmının geçtiği köyünü ve hemşehrileri ile yaşadığı bazı olayları anlattığı kitabında beni ümitlendiren ve gönlümün neden inşirah bulduğunu kitaptan birkaç anekdotu meramımı daha iyi anlatmak düşüncesiyle ve Kanunî Sultan Süleyman'ın;
Ölmez ol kim anıla adı anın eylük ile
Tâ kıyâmet anılır ol kim kemâl üstündedir
sözünün ne kadar doğru olduğunu göstermek için paylaşıyorum.
Yaşlılık Maaşı
Düzenli bir geliri olmayan bir hanım, 65 yaşına girince yetkililer yaşlılık maaşı alabilmesi için evrak düzenlemek için ziyaretine gelirler. Yetkililer gittikten sonra yazar, kadının yanına gider ve "Abla, bak hiç gelirin yok, altmış beş yaş maaşını da hak etmişsin, neden almadın?" diye sorar. Bu soru üzerine kadının verdiği cevap gözlerimizi yaşartacak kadar hayran olunası bir asalettedir:
- Irahmatlı buvam [babam] beni nöfusa bi yaş böyük yazdırmış. Gocabalının Mustavagam [Mustafa Ağam] da öle söledi. Alman haram olur, ta bunu hak itmedim.
Her yasal olan şeyin helal olmadığını açıklayan güzel bir örnek değil mi?
Güreş sevgisi ile oynamak
Bu anekdotu yazar, bir arkadaşından nakletmiş. Olayın şahidi Kırkpınar başpehlivanlığı unvanını almış bir güreşçi. Başpehlivanın da bulunduğu bir mecliste güreşlerin anlaşmalı olmasından bahsedilecek olmuş. Bunun üzerine başpehlivan şu anekdotu nakletmiş:
"Yemeğe gideceğiz. Sarayiçi'ne bir bakayım dedim. Bir yaşlı amca çimenlere oturmuş, mendilini açmış yemek yiyor. Mendilde ekmek ve birkaç zeytin var. Amca yemeğe gidiyoruz, hadi buyur beraber yiyelim, dedim. Amca 'Ben buraya gelmek için bir yıl boyunca üç beş kuruş kenara koyuyorum, a parayla Edirne'ye geliyorum, sağ ol evlat, siz güreşinizi yapın, Allah yardımcınız olsun.' dedi. Hiç böyle insanların güreş sevgisiyle oynanır mı?"
Bir sporcunun sorumluğunun gerekçesini açıklayan güzel bir hikâye değil mi?
Yenen kim, yenilen kim?
Yine bir güreş müsabakası. Yazar, bu sefer bir gazete köşesinden aktarmış.
"Benim yetiştiğim yer olan Çanakkale Yenice'nin Sofular köyünün özelliği; her türlü etkinlikte yağlı güreş yapılmasıdır. Bir gün köyün pehlivanı dışarıdan gelen bir pehlivanı güzel bir künde ile yendi. Kıyamet koptu. Tam o sırada kalabalığın içinden elinde bastonu ile yaşlı bir adam yürüdü. 'Ulan utanmazlar, yenen kim, yenilen kim? Yenen köylümüz ise yenilen de misafirimiz." Sus pus olduk."
Müsabakalarda rakibe karşı saygı göstermenin ne demek olduğunu gösteren çok ağır bir cümle değil mi?
Sizi geçebilir miyiz?
Yazarın bir büyüğünden dinlediği bir diğer anekdot:
"Kasabadan köye dönüyoruz. Ben ufağım daha. Arkamızdan da iki genç ağabey geliyor. Yol geniş. Nice zaman sonra dedeme geldiler. 'Amca biz ilerideki köye gideceğiz, yolumuz biraz uzun, sizi geçebilir miyiz?' Tabii evladım, dedi dedem. Köyleri uzak ama saygıdan izinsiz dedemi geçip önünde yürümek istemiyorlar."
Büyüklere saygının nasıl olması gerektiğini gösteren hoş bir hikâye değil mi?
Hangi simitçiden simit alalım?
Yazarın bir arkadaşından dinlediği bir anekdot:
"Sekiz-dokuz yaşlarındayım. Babamdan Arif'le beni çarşıda dört tekerlekli bisikletler var, onlara bindirmeye götürmesini istedim, olur, dedi. İzinli olduğu bir gün beraberce gittik ama gideceğimiz yer çok uzak, yayan gidiyoruz, acıktım. Babamdan simit almasını istedim. Çarşı Camii'nin yanında simitçi gördük, babama işte simitçi dedim, yürüdü gitti. Duymaması imkânsız, üstelik acıktığımı da söylemiştim. Kızdım, geriye dönmeyi düşündüm. Az ileride bir simitçi daha gördük, babam bize oradan simit aldı. Varacağımız yere de yaklaştık. Bir çay bahçesine oturduk, Arif'le bana birer sade gazoz söyledi, kendisine de çay. Sonra anlattı:
- İlk gördüğümüz simitçi genç bir insandı. İstediği yerde çalışabilir, istediği işi yapabilir, taşı sıksa suyunu çıkarabilecek bir delikanlıydı. Simit ya bir kadından ya da vücudunda çalışamayacak derecede araz olan insandan ya da yaşlı birinden alınsa daha iyi olur. Simit aldığımız da yaşlı bir dede idi, gördünüz."
Alışveriş yaparken sadece en kolay yerden ve en ucuzunu almayı düşünmemek gerektiğini bize öğreten güzel bir ders değil mi?
Git kendine silgi al
Yüzlerce örneğini dinlediğimiz yazarın bir arkadaşından dinlediği bir diğer menkıbevi anekdot:
"Henüz ilkokula gidiyoruz. Babam devlet memuru, eve iş getirmiş, çalışıyor. Kardeşim de ders yapıyor. Bir yerde yanlış yapmış silmesi gerek, babamdan silgisini istedi. O dönemde DMO'nun verdiği bir tarafı kırmızı bir tarafı mavi silgiler var. Babam kardeşime şöyle söyledi:
- Oğlum bu silgi devletin, ancak devlet işlerinde kullanılır. Al şu parayı, git kendine silgi al."
Kamu malları karşısında gösterilmesi gereken hassasiyeti öğreten güzel bir açıklama değil mi?
Adım bir başkasına bağışlandı sultanım
Son olarak tarihten bir anekdot aktaralım.
"Sultan Alaaddin atıyla giderken çeşme başında bir kız görmüş. Susamış da… Kızdan su istemiş. Kız, Sultan'ın terli olduğunu görünce su tasının içine biraz çam pürçüğü atmış. Sultan suyu döküp yeniden istemiş. Kız tası yeniden doldurmuş ve yine çam pürçüklerinden koymuş tasın içine ve şöyle demiş:
- Sultanım, terlisiniz, suyu yavaş yavaş, süzerek için, hasta olmayın, diye koydum onları.
Sultan, kızın güzelliği ve söyledikleri karşısında şaşırmış, gönlü ılımış:
- Adınızı bağışlar mısınız?
- Adım bir yiğide bağışlandı sultanım!"
Muhatabı incitmeden, kırmadan, nezaket içinde verilen ince bir cevap değil mi?
Biz böyle bir milletiz
Bu hikayelerin hiçbiri kurgu değil, hepsi yaşanmış, görülmüş. Yazıyı okuyunca daha önce dinlediğiniz, gördüğünüz veya okuduğunuz buradakilere benzer birçok olayı hatırlamışsınızdır mutlaka. Bu milletin karakteri bu hikayelerde anlatılanlardır. Diğerleri ise bize bulaşan ve yayılan bir virüs. Bu virüsten kurtulmanın yollarından biri de iyilik hikayeleri okumak ve anlatmak.
Biliyorum dünyada hiçbir zaman kötülük tamamıyla ortadan kalkmadı. Kalkmayacak da. Bizim imtihanımız da bu. Keçecizâde'nin veciz bir şekilde ifade ettiği gibi;
Sen hayra mazhar olmaya bak şerden et hazer
Hükm-i kaderle gerçi eder hayr ü şer zuhûr
Her ne kadar iyilik de kötülük de kaderin hükmü ile gerçekleşse de biz kötülükten sakınıp hayra mazhar olmaya bakalım. Bir şeyi kırk defa söylersek gerçekleşir. O yüzden hep iyilerin, Allah'ın sevgili kullarının hikayelerini anlatalım. Kötülüklerden korunmak için sığınacağımız kale iyilik hikayeleridir.
Unutmayalım, dünyayı iyiler ve iyilikler kurtaracak.
İsmail Güleç