1 Aralık 2020 Salı günkü yazımızda virüs salgınına karşı yürütülecek mücadeleyi ancak bir "seferberlik ruhuyla kazanabileceğimiz" ana fikrini ortaya koymuş ve bu seferberlikte kim/kimler hangi görev ve sorumlulukları üstlenecek? sorusuyla sözlerimize son vermiştik. Bugün konuya dair görüşlerimizi sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Covid-19 virüsünün, bulaşıcılıkta öngörülemeyen kabiliyeti, organlarda oluşturduğu hasar ve hakkında hala tam olarak yeterli bilgiye sahip olunamayışı, onun ciddi ve büyük bir "düşman" oluşunun sadece birkaç gerekçesi… Böylesine bir düşman ile savaşın da ancak bir strateji ile mümkün olacağını bilmek, en başta gelen ön şart… Strateji kavramına eski sözlükler "Sevkul-ceyş" karşılığını verirler. Yani emriniz altındaki askeri gücü, en mükemmel şekilde mahalline sevk etmek. Zamanla strateji, her alanda başarılı sevk ve idare anlamında kullanılır olmuş ancak mana derinliği, mücadele ve savaşlardaki sevk ve idare özelliğini daimi olarak beslemiştir diyebiliriz. Sözü şu noktaya getirmek istiyoruz. Madem virüs, cirminden çok büyük işlere imza atan bir düşman gibi ortalıkta serbestçe dolaşıyor ve elimizi kolumuzu bağlamaya ve tüm dünya milletlerini bütün sektörleriyle olumsuz yönde etkileyerek bir şekilde esir almaya çalışıyorsa devlet olarak bir strateji belirlemek; ve millet olarak da alınan kararlara uymak gerektiği açık hakikattir. Hemen şunu ifade edebiliriz ki, tüm dünyayı kısa sürede etkisi altına alan virüs salgının ortaya çıktığı tarihten itibaren devletimiz aldığı birtakım koruyucu önlemler ve uygulamalar ile virüsün ülkemize girişini bir süre geciktirmeyi başarmıştır. İlk vakanın ortaya çıktığı 11 Mart 2020 sonrasındaki süreçte, Sağlık Bakanlığı'nın, tıp alanında değerli çalışmaların sahibi akademisyenlerden oluşan Bilim Kurulu'nu teşekkül ettirmesi de takdirle karşılanmıştır. Alınan tedbirler ve uygulanan tedaviler yanında Türkiye'nin sağlık alanındaki olumlu şartları ve hazırlıkları sayesinde Haziran ayı başında normalleşme sürecine geçiş yapmaya imkan tanımıştı. Ne çare ki, yaz mevsiminde adeta bir süreliğine tatile çıkan Covid-19 daha güçlü bir donanımla sonbaharda geri dönerek karşımıza dikildi ve yine düşmanlığını sergilemeye başladı. Şimdi onunla daha fazla ve daha güçlü bir donanımla mücadele etmek ve savaşmak durumundayız…
BU SEFERBERLİKTE KİM, HANGİ GÖREVİ ÜSTLENMELİ?
Sorunun cevabı oldukça geniş bir yelpaze içinde ele alınabilir. Sadece bir aktarımda bulunarak asıl söylemek istediğimize gelmek istiyorum. Alınan son kararların değerlendirildiği bir programda değerli tabip akademisyenlerimizden Prof. Dr. Hasan Çetin Ekerbiçer, "bu süreçte toplumbilimcilerin ve din adamlarının/görevlilerinin de aktif rol almaları gerektiğini vurguladı.
Şurası bir gerçektir ki, 11 Mart'ta ülke olarak muhatap olduğumuz Covid-19 Pandemi sürecinde Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı din görevlileri, takdire şayan başarılı çalışmalar gerçekleştirdiler. Evlerinden çıkamayan yaşlıların ihtiyaçlarını karşılayıp hayır dualar aldıkları gibi, virüsün yayılmasına da engel teşkil edecek diğer birtakım faaliyetlerin içinde bulundular. Bugün yeniden bir seferberlik ilan edildiği şu günlerde onlara yine büyük ve ulvi görevler düştüğünü söyleyebiliriz. Ancak önce bağlı bulundukları kurumun yani Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, birtakım görevleri olduğunu ifade etmek durumundayız.
BU SEFERBERLİKTE DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI'NIN GÖREVLERİ
Cumhurbaşkanlığı'na bağlı Anayasal bir kurum olarak insanlara dinî hizmetler sunan ve ülkemizin en ücra köylerinde bile bir görevlisi bulunmak suretiyle insanların inanç ve ibadetlerini yaşamasında en yaygın şekilde onlara öncülük eden Diyanet İşleri Başkanlığı'nın halka yönelik irşad ve eğitim faaliyetlerinin en önde geleni şüphesiz camilerde icra edilen hutbe ve vaazlardır. Özellikle Cuma günleri halkın büyük bir katılımla iştirak edip dinlediği hutbeler aynı zamanda önemli bir iletişim vasıtasıdır. Bu denli önemli bir vasıtanın gereği gibi kullanılması da takdir edileceği üzere mühim bir mesuliyettir. Haziran ayı başından itibaren girilen normalleşme süreciyle birlikte yeniden camilerin ibadete açılması ve Cuma namazlarının kılınmaya başlanması halkta büyük bir sevinç meydana getirmişti. Ancak sağlığı koruma adına bir tedbir olarak düşünülen "hutbelerin kısaltılması" düşüncesinin toplumda memnuniyetsizlik olarak karşılık bulduğunu söylemeliyiz. Sebebini açıklayalım: Hutbeyi kısaltarak insanları daha az sürelerde camide tutmayı hedeflemek isabetli bir düşünce olabilir, ancak hutbenin muhteva olarak zayıf ve yetersizliği halkın dikkatinden kaçmamakta ve bu durum hutbeden aldığı manevi hazzı, kendisine yön tayin edecek irşad özelliğini, ibadetlerin ifasında yardımcı olacak bilgiyi elde edemediği yönünde şikayetlere dönüşmektedir.
Bu konuda teklifimiz şudur: Hutbeler hazırlanırken aynı şekilde kısa olarak hazırlanmaya devam edilmeli ve bu süreçte uzun okunacak hutbenin bir hoşnutsuzluk sebebi olacağı unutulmamalıdır. Ancak ilgililerce kaleme alınacak hutbe, üslûbuyla, verilmek istenen mesajıyla, mana derinliğiyle ve belâğatiyle bir edebî ve hikemî eser hüviyeti taşımalıdır. Allah Teâlâ'nın, Kur'an-ı Kerim'de bazen "Ey müminler!" bazen "Ey Ehl-i Kitab!" bazen "Ey insanlar" diye hitap ettiği gibi bazen de "Ey İnsan/İnsanoğlu!" şeklinde, muhatabını doğrudan hedef aldığı görülmektedir. İlim, hikmet ve irşad hazinesi Kur'an-ı Kerim'deki bu bilgiler çerçevesinde diyebiliriz ki, hutbe bir hitabedir. Hatibi olduğu gibi muhatabı da vardır. Bu hitabede cümleler, "mümin…… yaşar"; "mümin………….. düşünür"; "mümin……….. yapar" şeklinde kurulunca muhatap olan cemaatin her bir ferdi, hutbede istenenleri ve söylenenleri adeta başkasından bekler hale gelmekte/getirilmektedir. Hutbeleri kaleme alan ilgililerin ve kontrolünü yapan yetkililerin bu dil yerine hatırlatıcı, uyarıcı, sarsıcı, kendine getirici bir üslup olarak kabul edebileceğimiz, "Ey mümin/müslüman kardeşim!" hitabının ve "yaşamalısın/yaşamalıyız"; "yapmalısın/yapmalıyız"; "işlemelisin/işlemeliyiz" şeklinde biten cümlelerin daha etkileyici ve kalıcı izler bırakacağını söyleyebiliriz.
"İnsan" kelimesinin "nisyan" ile bağını kuranlar, insanın unutan bir varlık olduğu gerçeğiyle alakasından söz ederler. Evet, insanın yaşadıklarını çabucak unuttuğu bir hakikattir. Hatırlatmak ise peygamberlerin en önemli vazifelerindendir. "Hatırlat ey Habibim! Çünkü senin hatırlatman müminlere fayda verir." (Zâriyat, 55) ayetinin muhatabı olan Resul-i Ekrem'in varisi olan günümüzdeki din görevlilerinin her bir hutbesi gerçek manada hatırlatma vazifesi icra etmelidir. İşte, nitelikli bir hutbe, içinde bulunduğumuz salgınla mücadelede başlatılan seferberlikte en etkili motivasyon kaynaklarımızdan biri olabilir, topluma verilmek istenen mesajların iletileceği değerli bir vasıta haline gelebilir, hiç şüphesiz…
Konuya devam edeceğiz, sağlıcakla kalınız efendim.