Bir baba… Bayramlık elbiselerini giyerek bayram ziyareti için gittikleri dedelerinin evinde zalimlerin bombaları ile yerle bir olan apartmanın enkazında can veren eşi ve üç oğlunu kaybeden ama "Elhamdü lillah alâ külli hâl" diyebilen bir baba…
Darlıkta ve bollukta; zorlukta ve kolaylıkta; üzüntü ve sevinç anında, her şeyin O'na ait olduğunu bilerek, O'ndan gelene razı olmanın parolası, "elhamdü lillah"…
Bizler sadece sevinilecek zamanlarda bir şükür ifadesi olarak "elhamdü lillah" derken, Filistinli kardeşlerimizden öğrendik, annesini, babasını, eşini ve yavrusunu kaybetse de "elhamdü lillah" diyebilmeyi, O'ndan gelene razı olmak, yine O'na döneceğimizin bilinciyle…
Sadece bu baba değildi, bunca ağır imtihana tabi tutulup da Rabbine hamd edebilen… Sadece bu baba değildi, eşini ve 14, 8, 5 yaşlarında üç oğlunu ebedi âleme uğurlayıp, hayatta kalan 5 yaşındaki oğluyla teselli bulan… Sadece o değildi, annesini, babasını, eşini, kardeşlerini, kızlarını, oğullarını ya da tüm ailesini kaybeden…
Son birkaç gün içinde 200'e yakın cân yitip giderken kim bilir kaç yaralı yürek kalmıştı geride?.. Yüzlerindeki hafif tebessümle ruhları uçarken bir cennet bahçesine, "şehitlerin ölüm acısını ancak bir karınca ısırması kadar duyacağını" bildiren Son Nebi'nin (sav) sözünün tecellisi yansırken şehitlerin masum çehrelerine, ağır bir acı yüküydü kalan geride kalanların kalb evinde…
Hiçbir bayramın bu kadar acıyı ve hüznü beraberinde getirdiği bir yıl yaşamamıştık dersek herhalde abartmış olmayız. Zira mübarek ayın bitmesine fırsat vermeden son günlerinde başladığı saldırılarla zalim ve azgın işgalci İsrail'in sistematik bir mezalimine sahne oldu bayramın öncesi ve sonrasındaki günlerimiz… İçinde insanların korku dolu saatler geçirdikleri apartmanları, iletişim araçlarının bulunduğu binaları, bankaları, su isale hatlarını, hastaneleri… Hepsini bilerek ve isteyerek vurdu zalimler, içindekilerin ve dışındakilerin yaşama hakkını hiç düşünmeden!…
Ne Kadir Gecemizde ne Arefe günümüzde ne Bayram sabahımızda doyasıya yaşayabildik o manevi hazzı; ne de bayram günlerinde tadabildik bayram sevincimizi…
Velhasıl 2021 yılının Ramazan Bayramı, hem Mescid-i Aksâ'nın şerefli komşuları ve Kuds-ü Şerif'in sakinleri olan "Makdisî" kardeşlerimiz, hem açık bir hapishane haline getirilmiş Gazze ve çevresindeki işgal edilmiş topraklarda zor şartlar içinde yaşamaya çalışan Filistinli kardeşlerimiz hem de onların derdiyle dertlenen Müslümanlar için, bir "bayram" gibi kutlanamadı maalesef…
Bayram süresince medya aracılığıyla ulaşan haberler, gelen görüntüler, resimler, acı ve hüzün dolu hikâyelerle mahzun ve mükedder bir halet-i ruhiye içindeyken, saat 19.00 sularında Erkam Radyo'da, Genel Yayın Yönetmeni Selahattin Kocaaslan'ın Klinik Psikolog Dr. Mehmet Dinç ile yaptığı bir söyleşiye denk geldim. Gündeme dair özel bir programdı bu ama özellikle içinde bulunduğum hâlet-i ruhiyeye bir ilaç gibi gelen bu söyleşiden bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istiyorum, bugünkü yazımızda… Çünkü ruh ve bedenden oluşan insan, bazı durumlarda bir telkine, bir tespite ancak başkası tarafından muhatap olabiliyor. Kendince çözemediği problemi bir başkasının gözüyle rahatlıkla görebiliyor, teşhis edebiliyor ve çözümü hususunda adım atabiliyor.
Yaptığı ilmî çalışmalar, kaleme aldığı eserlerle genç yaşta birçok başarıya imza atan ve aynı zamanda bir üniversite öğretim üyesi olan Dr. Mehmet Dinç, adı geçen söyleşide insanın sahip olduğu öfke ve nefret duygularına dikkat çekiyordu… Dinimizde, "Allah için sevgi kadar değerli olan ve yine Allah için olması gereken buğzun…" temelindeki duygulara…
Dr. Dinç şunları söylüyordu: "Öfke ve nefret kelime anlamıyla hangi dilde kelimelerin ifade edemediği anlamlarda ne ifade ediyorsa, kalbimiz zulme ve zalimlere karşı şu yaşananlara, çocukların katline karşı, masum insanların katline karşı işte bu duygularla bu kadar dolu…
Tabii ki her duygu hissedildiğinde iyi analiz edilmesi lazım ki, insanın işine yarasın… Şayet bir duygu, insanı zayıflatıyorsa, güçsüzleştiriyorsa, hareketsiz hale getiriyorsa, ümitsizleştiriyorsa, bir işe yaramaz hale getiriyorsa, kilitliyorsa o duygu zararlıdır. Dolayısıyla bugün, bizim kalbimizde zalimlerin zulmüne karşı hissettiğimiz nefretimiz, öfkemiz, bizi aciz yapmayacak, güçsüz yapmayacak, enerjimizi azaltmayacak, fonksiyonumuzu zayıflatmayacak, bilakis tam tersine sebep olacak ki, nefretimiz bir işe yarasın, öfkemiz bir işe yarasın. Ne yapacak? Enerjimizi arttıracak, kararlılığımızı arttıracak, dikkatimizi, özenimizi arttıracak, ümidimizi arttıracak, gayretimizi arttıracak, birliğimizi beraberliğimizi arttıracak, küçük meselelerimizi büyük gündem haline getirmekten vazgeçeceğiz. Birbirimize karşı ipe sapa gelmez kırgınlıklarımızı bir kenara bırakacağız. Küçük hesapları bırakacağız, küçük kırgınlıkları unutacağız. Büyük bir meselemiz var. Unuttuğumuz, ihmal ettiğimiz, bu bayram vesilesiyle tekrar gözümüzün önüne sokuldu ve artık gözden kaçıramaz haldeyiz. Bunu göz ardı edemez haldeyiz, çünkü devasa bir şekilde bu mesele karşımızda duruyor…"
Kanaatimizce İslam dünyası olarak bugün bizim taşıdığımız ya da sahip olduğumuz iki farklı psikolojiyi özetliyor bu tespitler. Zira ya hayat şartlarını, konforunu ve huzurunu bozmaya sebep teşkil edecek bir dertlenmeye kapı aralayacak ilgilenmeye bile yeltenmeyen "sorumsuz" müslüman kitleler ve ülkelerin insanlarının sahip olduğu bir halet-i ruhiye… Ya da gördükleri ve duyduklarından etkilenen, öfke ve nefret duyan ama bu duyguları ona "bu Müslümanların hali zaten böyle, bizden adam olmaz" dedirten ve sadece âh-vâh ile yetinen bir halet-i ruhiye sahibi kimselerin psikolojisi… Öfke ve nefreti bir işe yaramayan, âdeta karamsarlığa küfretmekle yetinen ve fakat bir mum yakmayı düşünmeyen kimseler misali…
Dr. Mehmet Dinç'in temas ettiği bir nokta daha dikkat çekiciydi. "Allah Teâlâ "Yâ eyyühellezîne âmenû kûnû kavvâmîne bi'l-kıst" buyuruyor. Yani "Adaletin koruyucusu olun, sahibi olun, uygulanmasını sağlayan insan olun." Dolayısıyla bizim sadece kendi hayatımızda âdil olmakla alakalı yükümlülüğümüz yok. Hem etrafımızda hem ülkemizde hem dünyada adalet olması için, gayret etmemiz, mücadele etmemiz, emek vermem lazım. Küçüğü büyüğü, önemli görüneni, önemsiz görüneni, zulmün hiçbir türüne, hiçbir tarzına, çeşidine tahammülümüzün, hoşgörümüzün, olmaması lazım. Zulüm, zulümdür hiçbir şekilde açıklaması yoktur. Hiçbir şekilde tolere edilmez, hiçbir şey ile açıklanamaz. Zulüm hep oldu yine olacak. Ama biz bu zulüm bitene kadar mücadele edeceğiz. Bitiririz, bitiremeyiz. O bizim değil, bu dünyayı yaratanın meselesidir. O neye müsaade ederse öyle olur. Ama bizim üzerimize düşen bu zulmü bitirmekle alakalı ne geliyorsa elimizden, onu yapmaktır."
Evet, biz "sefer"le sorumluyuz. Zafer ise Allah'a aittir. Seferin gereklerini hazırlamak ve sefere çıkmak bize ait, zafere ulaştırmak ise her şeyi takdir buyuran Allah'a…
Kanaatimizce İslam dünyası olarak ciddi bir zihniyet sorunuyla karşı karşıyayız. Önemsiz meseleleri büyütüp gündem haline getirmek, bunun bir uzantısı olarak önemli olanları yok saymak ve unutmak. Bir başka husus ise konforumuzun bozulmasını istememek… Galiba Resul-i Ekrem Efendimizin (sav) "ümmeti için korktuğu şeylerin en büyüğü" olarak nitelediği "Vehn" hali bize de ârız oldu… Sahabiler bu kelimeyi ilk kez duymuşlardı ve sormuşlardı: "Vehn nedir Yâ Resulallah?" Şöyle cevaplamıştı Peygamberimiz (sav): "Rahatına düşkünlük!" yani, günümüzün tabiriyle "Konforundan vaz geçmemek/Konfor düşkünlüğü…"
Yüce Rabbimizden niyazımız şudur ki, her şeyin hesabının sorulacağı Hesap Günü'nde bizleri bu dünyada sorumsuzca davranıp da sorguya çekilen kimselerden etmesin!.. Mümin kardeşinin ve tüm mazlumların derdiyle dertlenen bir yürek sahibi kılsın bizleri… En kısa zamanda Mescid-i Aksâ'ya, Kudsü Şerif'e özgürlük; ve Filistinli kardeşlerimize kendi topraklarında huzur ve sükunet içinde yaşayacakları günler nasib eylesin…