Kalb… İnsanın, "nazargâh-ı ilâhi" olarak bilinen en değerli organı…
Kalb… Son Nebi'nin (sav) "Takvâ işte buradadır" diyerek eliyle göğsüne işarette bulunduğu yer…
Kalb… İnancın, duyguların, düşüncelerin dönüp dolaştığı, eylem kararının alındığı mûtenâ köşe…
Kalb… İyi ise tüm bedenin iyi olmasına; kötü ise tüm vücudun kötü olmasına sebep teşkil edecek iyilik ve kötülük kaynağı…
Listeyi daha çok uzatabiliriz. Ama maksadımız hâsıl olmuştur sanırız. Sadece kalbin takva ile olan alâkası bile onun oruç ibadetiyle olan ilgisi için yeterlidir kanaatindeyiz.
Ramazan ayı ile birlikte yazılarımızda değinmeye çalıştığımız ilk konu, oruç ibadetinin, tutanın eline yapışarak onu "Takvâ Mertebesi"ne çıkaracağı hakikatidir. Hiç şüphesiz ilk ayet bunu ifade etmek adına yeterince açıktır. Geçtiğimiz hafta iki yazımızda bu konu üzerinde durmaya ve bu yüce mertebeye ulaştıracak oruçlar tutmak için neler yapılması gerektiğine değinmiştik.
Özellikle bir önceki yazımızda, iftar anında müminin duyacağı sevinç ve huzur halini yakalayabilmek için orucun daha geceden itibaren özenilerek ifa edilmesi gerektiğinden söz etmiştik. Hatta bir kez daha vurgulamak gerekirse namaz için abdest ne kadar önemli bir hazırlık işlemi ise Ramazan gecelerindeki diğer ibadetler; okunan Kur'anlar, kılınan teravih ve teheccüd namazları ve yenilen sahur yemeği de aynı derecede önemlidir diyebiliriz. Gecenin bu sağlam alt yapısının, müminin tutacağı oruçta gündüz de etkilerini hissettireceği ve onu yanlış, günah olarak nitelendirilebilecek tavır ve davranışlardan gerçekten koruyacağı söylenebilir.
Bugünkü yazımızda oruçlu kişinin günlük hayatının nasıl olması icab ettiği, onun tuttuğu orucun hangi özellikler taşıması gerektiği konusunu ele alacağız.
ORUCU HANGİ ORGANLARLA TUTMALI?
Bilindiği üzere oruç, günün belirli saatlerinde yemek-içmek ve cinsellikten uzak kalmakla yerine getirilen bir ibadettir. Orucun daha ziyade yeme-içmeden uzak kalınarak gerçekleştiriliyor olması onu ağız ve mide organlarıyla özdeşleştirmeye sebep olmuştur denilebilir. Ancak orucun sadece yeme-içmeden uzak kalınarak tutulamayacağını son derece dikkat çekici bir uyarı ile bizzat Hz. Peygamberin (sav) ifade buyurması, meselenin öyle pek de kolay olmadığını gösteriyor. İlgili hadis-i şerif'te, "Nice oruçlu kimseler vardır ki, tuttuklarını zannettikleri oruçlarından geriye ellerinde kalan sadece açlık ve susuzluktur!" buyrulan böyle bir kesimin varlığı, her dönemde ve her zaman için söz konusu olabilecektir demek ki… Peki bu kimselerin nasıl bir hatası var ki, kaybedilen şey kazanılandan daha çok!?.. Bir başka hadis-i şerif de onu açıklıyor ve şöyle buyuruyor Resul-i Ekrem (sav) Efendimiz… "Bir kimse yalanı ve yalan dolanla iş yapmayı terk etmezse onun tutmuş olduğu orucun Allah katında bir değeri olmaz" Yine bu hadis-i şerifin anlamını destekleyen "Müslüman, diğer Müslümanların dilinden ve elinden emin olduğu kimsedir" şeklindeki bir başka hadis-i şerif insanların kendini güvende hissetmeleri gereken ilk hususun "dile sahip olmak" konusu olduğunu ortaya koymaktadır. Bütün bunlar, aslında mideye tutturulan oruca, dilin de eşlik etmesinin şart olduğunu göstermektedir. Bu öylesine önemli bir durum arz eder ki, "gıybet günahı, ölmüş olan din kardeşinin 'etini yemek' şeklinde" tanımlanmış olmakla (bkz. Hucurât, 12) adeta, oruçluyken gıybet etmeniz, "sizi tiksindiren 'ölmüş kardeşin etinden yemek' demektir. Oruçlunun ise yediği her şey onun orucunun bozulmasına sebep teşkil etmektedir", denilmektedir…
Mide ve dil gibi iki organ ile yetinilmesinin mümkün olamayacağının delili ise "… kulak da göz de hepsi yaptıklarından sorumludur" (İsrâ, 36) ayetidir. O halde kulak oruçluyken duyduklarından, göz de baktığı, gördüğü ve seyrettiklerinden sorumludur, sonucu çıkmaktadır. Durum böyle olunca oruç tutarken mideye; dil, kulak ve göz gibi başımızda bulunan organlarımızın da eşlik etmesi hatta yiyeceklerin kokusunu hissetmek/koklamak hususunda özen göstererek burun organının bile bu işe eşlik etmesi tavsiye edilmektedir.
Şimdi işte bahsi edilen bu organların hep birlikte tuttukları bir oruç düşününüz… Doğrusu, "Allah'ın emirlerine hiç itiraz ve isyan etmemek ve bunları yerine getirmekle" vasıflandırılan (bkz. Tahrim, 6) melekler mertebesine yükselen ruhların sahipleri olmaya adaydır, böylesi oruçlar tutabilen bir mümin…
İşte mümin için Ramazan-ı Şerif, böyle bir kulluk hassasiyeti içinde, ibadetini özenle ve edeple, anılan organlarıyla birlikte tutmaya çalıştığı oruçlarıyla her geçen gün nefsinde ve ruhunda bir maneviyat ikliminin yaşandığı bir aydır ve öyle olmalıdır. Bunun yolu da bir tek noktadan geçer: Orucu kalbe tutturmaya çalışmaktan! Önce "Kalbiyle Oruç Tutmak" tutma anlayışına sahip olmaktan…
"Kalp oruç tutar mı?" dediğinizi duyar gibiyim... Elbette, hem de en önce o tutar!.. Nasıl derseniz, yarınki oruca niyetlendiğinizi düşünün. Aslında dilinizden önce öne atılan ve oruç tutacağınıza karar verip niyetlenen ve dilinizden bunu ikrar ve ilan etmesini isteyen hangi organınızdır, dersiniz?..
Kalbin de orucu vardır; ve kalbin tuttuğu bu "birinci kalite" oruçlardır, sizi takva yüceliğine yükseltip uçuracak olanlar… Yüce Mevlâ, oruçlarımızı önce kalplerimizin tuttuğu müstesna güzelliklere sahip oruçlardan eylesin…
Cumanın feyiz ve bereketi, iftarın huzur ve sevinci üzerinizde ve yanı başınızda olsun efendim…
Prof. Dr. Mehmet Emin Ay