Bundan 14 asır önce, yine böyle bir Şâbân ayının, son günlerini yaşamaktaydı nurlu şehir Medine…
Kutlu elçilerin sonuncusu, Hâtemü'l-Enbiyâ olan Sevgili Peygamberimiz, (SAV) Allah Teâlâ'nın kendisine gönderdiği buyruğu, Mescid-i Nebi'de insanlara tebliğ ediyordu…
Cenâb-ı Hak katından inen ayetler, kadim bir ibadetin, Ümmet-i Muhammed için de farz kılındığını bildiriyordu… Kendilerine farz kılınan oruç ibadeti, aslında yabancı olmadıkları kadim bir kulluk ifadesiydi… Zira cahiliye döneminin Arapları, öteden beri Hz. İbrahim'in (AS) doğum günü olarak kabul ettikleri 10 Muharrem gününde oruç tutuyorlardı. Dahası, Ehl-i Kitab olarak bilinen Yahudi ve Hristiyanların da, yılın belirli vakitlerinde kendi dinî kuralları çerçevesinde bu ibadeti yerine getirdiklerini biliyorlardı. Özellikle Medine'ye hicret ettiklerinde, bölge sakinlerinden olan Yahudilerin, 10 Muharrem gününü, Hz. Musa'nın, Firavun'un zulmünden kurtulduğu gün olarak bilip mutlaka oruç tuttuklarına şahit olmuşlardı…
Diyebiliriz ki, oruç, farklı vesilelerle Peygamberimizin ve bazı Müslümanların bireysel olarak yerine getirdikleri bir ibadet biçimi iken Allah Teâlâ onu, Kur'an'ın indirilmeye başlandığı Kadir gecesini içinde barındıran bir ayda; Ramazan-ı Şerif'te yerine getirmek üzere farz kılmıştı, müminler üzerine…
Bugünden itibaren İslam'ın beş temel şartından biri olan bu değerli ibadeti; farz kılınmakla birlikte beraberinde getirdiği kavramları ve müminlere kazandırmak istediği özellikleri ele almak niyetindeyiz. Yeni bir Ramazan-ı Şerif ikliminin arefesini yaşadığımız şu günlerde manevi hayatımıza son derece önemli katkıları olan oruç ibadetine dair bilgilerin aynı zamanda bizler için Allah'a "güzel kulluk" adına değerli ve kıymetli olduğunu söyleyebiliriz.
ORUÇ NE ZAMAN FARZ KILINDI?
Hicret'in üzerinden 18 ay gibi bir zaman geçmişti. Şâbân ayının son günlerinde Bakara suresinin 183. âyeti indirildi ve şöyle buyruldu: "Ey iman edenler! Sizden öncekilere (Yahudi ve Hristiyanlara) farz kılındığı gibi oruç size de farz kılındı…" Bu ayet-i kerime, orucun Müslümanlardan önce gayri müslimler olarak bilinen Yahudi ve Hristiyanlara da farz kılındığını bildirmekte adeta bu durum müminlere bir kez daha hatırlatılarak bu ibadetin kadim bir kulluk ifadesi olduğuna dikkat çekilmekteydi… "Kadim bir kulluk ifadesi" dememizin sebebi şudur: Tarihi kaynaklarda, ilk olarak, Ademoğullarının üçüncü meliki olan Tahmûres zamanında yaşanan kıtlık sebebiyle zenginlerin gündüzlerini oruçlu geçirip yiyeceklerini fakirlere vermelerinin emredildiği aktarılmaktadır. Sonraki dönemlerde, tarihi kaynaklardaki net ifadelerden Hz. Musa (AS) zamanından itibaren Yahudilerin oruç tuttuklarını, Ekim ayındaki yılbaşlarında tuttukları 10 gün oruçlarını, gün batımından ertesi gün batımına kadar tutmak suretiyle yerine getirdiklerini anlamaktayız. Hristiyanların da Yahudilikteki şekliyle oruç tuttuklarını ancak onların, Hz İsa'ya (AS) peygamberlik verilmeden önce onun 40 günlük bir oruç tuttuğunu ifade ederek özellikle din adamlarının bu şekilde oruç tutmaları gerektiğine inandıklarını öğrenmekteyiz. Yine bazı kaynaklar, Hz. İbrahim döneminde ve Hz. Davud ve Hz. Süleyman peygamberlerin tuttukları oruç ibadetinden bahsetmemize imkan vermektedir. Denilebilir ki, Allah Teâlâ bu ayet-i kerime ile biz müminlere adeta şu mesajı vermektedir: Allah'ın Kutlu elçileri olan peygamberler, oruç ibadetini yerine getirmişler ve kendilerine inanan müminlere de bunu emretmişlerdir. Çünkü bu emir, Allah katından gelen bir emirdir…
Böylesine bir kadim geçmişe sahip olan oruç ibadeti farz kılındıktan sonra Resul-i Ekrem (SAV) Efendimiz, Ashâb-ı Kiram ile birlikte 9 yıl oruç tutmuştur. Bu 9 yılın beşi 29 gün, kalanlar ise 30 gün sürmüştür. Kimi zaman oruç günleri Mekke'nin fetih yılı gibi seferde oldukları döneme rastlamış; böylece yolculuk şartlarında nasıl davranılacağı, Peygamberimiz tarafından ümmetine gösterilmiştir. Ramazan-ı Şerif'le alakası olan ibadetler, başta oruçla ilgili fıkhî bilgilere temel teşkil edecek bütün bilgiler, yine Peygamberimiz tarafından bu zaman zarfında ümmetine tebliğ edilmiştir. Dolayısıyla oruç ibadetine dair her türlü bilgiye sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Yeter ki, kişi konuya ilgi duyarak ve bu kıymetli ibadetin Allah katındaki üstün değerini fark ederek onu en güzel ve en mükemmel bir şekilde yerine getirebilsin… Bu çabasının karşılığı olarak kendisine verilecek olan mükafat, önce Rızâ-yı Hak'tır; yani Allah Teâlâ'nın kendisinden hoşnut ve razı olmasıdır… Zira bir hadis-i kudsi'de Allah Teâlâ'nın "Oruç sadece benim rızam içindir. Bu sebeple onun mükâfatını ben vereceğim" buyurmuş olmasını İslam âlimleri şöyle anlamışlardır: "Oruçta, Allah'tan başka kimsenin bilemediği bir sır vardır ve içine riya karışmayan tek ibadet oruçtur. Oruç tutan, onu başkaları için değil, sadece Allah'ın rızası için tutmuştur. Başka şeylere değil, sadece O'nun rızasına kavuşmak için tutmuştur. İşte bu sebeple onun mükâfatı bizzat Allah Teâlâ olacaktır!"
ORUCUN İNSANA KAZANDIRACAĞI GÜZEL ÖZELLİKLER
Bakara suresinin 183. ayetiyle başlayıp 187. Ayetiyle biten Kur'ânî tebliğ, bizlere orucun kazandıracağı güzel hasletleri/özellikleri birer birer ortaya koymaktadır. Bu ayetlerin sonunda geçen "lealleküm/leallehüm" kelimeleri, bize bu ibadetin hangi konularda manevi katkılarının olacağına işaret etmektedir. Baktığımız zaman söz konusu ayetlerin, "Takvâ, Kadir-kıymet bilmek, Paylaşmak, Kur'an'ın değeri, Şükür, Allah'ın kullarına yakınlığı, Hidayet = doğru yolu bulmak, Hata ve günahlardan korunmak" gibi değerleri ve özellikleri ihtiva ettiği; oruç ibadetinin işte bu özelliklerin farkında olmamızı ve adeta bunları kazanmamızı sağlamak için bize farz kılındığını görmekteyiz.
Kur'an aydınlığında ve hadisler rehberliğinde, mübarek bir ayın manevi ikliminde bu konuları birlikte işlemeye, ele alıp incelemeye ve dersler çıkarmaya çalışacağımız yazımızda buluşmak üzere sağlık ve afiyet dolu bir hafta dileğiyle sağlıcakla kalınız efendim.
Mehmet Emin Ay