Özel anlamda, son Peygamber Hz. Muhammed'in (SAV) doğup büyüdüğü toprakları; baba ocağı Mekke'yi terk etmek zorunda kalarak kendisine kucak açan Yesrib şehrine göçmesinin adı olan "hicretin" üzerinden tam 1443 yıl geçmiş…
Bugün hicretin 1444. Yılının ilk günündeyiz… Müslümanların benimsediği takvime milat teşkil eden hicret üzerine sayısız kitap ve makale yazılmış, tebliğler sunulmuştur. Aklımıza, "Bu kadar zengin bir birikime sahip üzerinde bu kadar kalem oynatılmış bir mevzu, yeniden ele alınmayı gerektirebilir mi?" diye bir soru gelebilir. Böyle bir durumda, diyebiliriz ki bu soruya karşılık hiç tereddütsüz evet cevabını verebileceğimiz bir mevzudur, hicret… Zira hicret olup biten, yaşanıp sona eren bir hadise değildir. Bilakis o yenilenerek sürekli yaşanan bir hakikattir… İşte bu sebeple bugünkü yazımızda hicret üzerinde yeniden bir kez daha, belki farklı bir bakış açısıyla durmak istiyoruz.
Yazımıza başlarken öncelikle idrak ettiğimiz yeni yılımızın tüm insanlık için, bütün bir gönül coğrafyamız ve İslam dünyası için, vatanımız, memleketimiz için, ailemiz, yakınlarımız ve şahsımız için hayırlı uğurlu ve bereketli olmasını Yüce Mevlâ'dan niyaz ederiz…
Hicret Nedir? Muhacir Kimdir?
Sözlükler "hicret" kelimesi için, "bir şeyi terk etmek, bir yerden ayrılmak" manalarında ittifak ederler. Diyebiliriz ki dilimize yerleşen ve bu kelimeyle yakın bağlantısı olan "hicran" belki de içinde hasreti ve ayrılık acısını barındırdığı için edebi metinlerde kendine bu kadar fazla yer bulabilmiştir. Kısacası hicret; terk ediştir, ayrılıştır, ayrılmaktır vesselam…
İslam dini, kişiye bir mükellefiyet yükler: Her bir duygu, niyet, amel, davranış…
Şayet Allah Teâlâ'nın rızası için olursa onun dışarıya yansıması da neticesi de sıradan şeylerden farklı olur, güzel olur ve hayırlı olur… Bir memleketi terk etmek de buna dahildir. O sebeple bir manası da "bir beldeden göç ederek başka bir beldeye yerleşmek" olan hicretin ideal manada taşıdığı anlam, "Bir kimsenin, doğup büyüdüğü, ekmeğinden yiyip suyundan içtiği, gök kubbesi altında güneşlenip yağmuruyla ıslandığı vatanını, sılasını, hatıralarını ve tüm geçmişini başka bir şey için değil sadece Allah rızası için terk edebilmektir."
Hicret olayına bu gözle bakıldığında onun 1443 yıl önce yaşanıp sona eren bir dönüm noktası değil, her yıl yeniden yaşanan yeni bir milat olması mümkündür… Dahası gerçek "muhacir" olunabilirse her yeni gün bile hicret denilen muhteşem hadiseyi tekrarlayabilmek ve her sabaha muhacir olarak çıkıp, her akşama muhacir olarak varabilmek başarısına sahip olmak pekâlâ mümkün olabilir. Hicrete bu gözle bakmak onun hayatımızda yaşayan bir gerçeklik olmasını bize telkin etmesi yanında, hicret olayından alınması icap eden dersleri de olması gereken şekliyle çıkarmamızı sağlayabilir. Yoksa zaten elimizden alınmış takvimimizle nesillere unutturulmuş bir kavram olan hicret, hafızalarda sadece tarihi bir olay olarak kalmaya mahkûm olur…
Biraz önce değindiğimiz "Allah rızası için" kavramına yeniden dönelim… Peygamberler tarihi bize Hz. Nuh'un, Hz. İbrahim'in, Hz. Lut'un, Hz. Musa'nın hicretlerinden haber verir… Bahsi geçen bu kutlu elçilerin hepsi, hayatlarında hicret hadisesini yaşayan kimselerdir. Onlar, Allah'ın emri üzerine ve O'nun rızasını kazanmak için sahip oldukları her şeyi terk etmişlerdir. Hz. İbrahim'in "Ben Rabbime (O'nun bana emrettiği yere) gidiyorum." diyerek, (Ankebut, 26) önce Filistin, sonra Mısır, ardından Kenan iline göç etmesi, eşi Hacer'i ve süt emme çağındaki yavrusu İsmail'i Mekke'de iskân etmesi, hicretin Allah için büyük fedakârlıklar göstererek olması gerektiğine dair manidar bir örnektir.
Son Nebi Hz. Muhammed Mustafa'nın (AS) kendisine hicret izni verilinceye kadar Mekke'de kalarak sabretmesi, ayrılırken gecenin bir vaktinde Mekke'ye uzaktan bakarak gözyaşları içinde, "Ey Mekke!.. Allah'ın adına yemin ederim ki, yeryüzünde bana en sevgili belde sensin!.." hitabı da son derece anlamlıdır. Bu hitabın içinde vatanına sevgi de vardır, Allah'ın emrine uymayı ve O'nun rızasını her şeyin üstünde tutma hassasiyeti de vardır. Kısacası bütün peygamberler, Allah için hicret etmişler, Allah'ın bu yöndeki emrine büyük bir teslimiyetle razı olmuşlar ve O'nun rızasını hey şeyin üstünde tutmuşlardır. Onlar, her biri kendilerine iman eden müminlerle beraber dünya hayatını yaşayan kimselerdir. Hicretleri mübarek olduğu için Hz. Nuh (AS) ile birlikte olup tufandan kurtuldular; Hz. İbrahim'e (AS) eş olup Mekke'yi yurt edindiler, zemzem gibi bir mucize suyun, Kâbe gibi Beytullah'ın ev sahipleri oldular; Hz. Lut (AS) ile beraber olup, elim bir azaptan kurtuldular; Hz. Musa'nın (AS) yanında yer alıp denizden geçtiler, nice lütuflara mazhar oldular… Nihayet son Nebi'ye (SAV) iman eden müminler muhacir olup Yesrib'e göçtüler; bu hicretle oranın toprağı şifa oldu, suyu tatlandı, havası değişti, ticareti bereketlendi. Adı önceleri Medinetü'n-Nebi oldu, sonra bu "Nurlu Şehir" Medine-i Münevvere'ye dönüştü…
Şimdi konunun bizi ilgilendiren tarafıyla günümüze dönelim. Son Nebi'nin ümmeti olan bizler için onun tarif ettiği muhacirlerden olmak demek, hicreti kıyamet sabahına kadar yaşayabilme imkânına sahip olmak demektir. O halde geliniz kulak verelim Sevgili Peygamberimiz'in (SAV) "muhacir" tarifine…
"… Gerçek muhacir, Allah'ın yasakladığı şeyleri terk edendir!"
21. yüzyılda hicret, Allah'ın haram kıldığına bakmayan bir göz; haram olan şeye ilgi duymayan bir kulak, haram kılınanı telaffuz etmeyen bir dil, harama uzanmayan bir el… Kısacası kalpte başlayıp tüm organlarda etkisi görülen "güzel kulluk" sahibi olmaktır, hicret…
Bu çağın muhacirlerinden olabilmek dileğiyle…
Prof. Dr. Mehmet Emin Ay