21 Ocak 2023 Cumartesi günü, İsveç Hükümetinden "ifade özgürlüğü" kapsamında aldığı uğursuz izinle mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim'i, "kırılası elleriyle" yakan alçak kişi, aradan bir hafta geçmeden bu kez kendi ülkesinde; Kopenhag'da ve yine Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği önünde bu şenaati bir kez daha işledi…
Özellikle Türkiye, İsveç tarafından yarım ağız dilenen özürlerle, kapatılmak istenen bu meseleyi öyle hemen "kapanacak" bir konu olarak görmedi ve bazı müeyyideleri uygulamaya başladı. İnsanlıktan nasibini alamamış bu profan kişinin, en sert ve güçlü kınamalara rağmen, ikinci kez bu şenaati işlemeye yeltenebilmesi ve bunu gerçekleştirmesi, üzerinde durup düşünmemizi gerektirecek bir durumdur kanaatindeyiz…
Bir haftalık süreçte Batılı bazı ülkelerinin, adeta putlaştırdıkları "ifade özgürlüğü" gibi kavramlar çerçevesinde birilerine istedikleri zaman izin verip istemedikleri zaman birilerinden de bunu esirgediklerine şahit olduk bir kez daha… Yine bir kez daha gördük; Yahudi lobisinin -kendi ifadeleriyle- "harıl harıl çalışarak" Tevrat'ın da "ifade özgürlüğü" kapsamında yakılmasına izin verilmesi ihtimalini nasıl bertaraf ettiklerine…
Velhasıl geçen hafta bunları yaşadık ve en son 27 Ocak 2023 Cuma günü yine bu meczup alçağın, Kopenhag'daki kirli şovundan haberdar olduk…
Bu zalim ve alçak siyasi figürün bir piyon ve maşa olduğuna dair pek çoğumuzda var olan kanaate, bu satırların yazarı da sahiptir. Özellikle Türkiye'nin diplomatik mekanlarının bilinçli bir şekilde seçilmiş olduğuna da inanıyoruz. Bunun yanında, bu mahut kişinin, kendine bir gerekçe olarak sarıldığı ve her defasında "İsveç, Nato'ya kabul edilinceye kadar bu yakma işlemini tekrarlayacağını" ifade etmesini de bir hedef saptırma olarak görebiliriz. Ancak bu alçak şahsiyetin yaptıklarında asıl motivasyon kaynağının ne olduğuna ya da ne olabileceğine dair psikoloji ve psikiyatri alanında uzman kişilerin görüşlerine başvurmanın daha isabetli bir yol olacağını söylemek isteriz. Bütün bunları kaydettikten sonra konunun, biz Müslümanları ilgilendiren yanı, İslam camiasını düşündürmesi gerektiren tarafı nedir? diye bir soru geliyor zihnimize ve buna ilaveten şöyle bir soru daha takılıyor zihnimizin bir köşesine: Bu azgın kişiliğin, peşinde olduğu şey, müslümanlar olarak bizim kaybetmeye yüz tuttuğumuz şeyler olmasın?
Birkaç gündür, bu sorular çerçevesinde zihnimizi meşgul eden hususları birlikte ele almak, bir bakıma dertleşmek maksadıyla bugünkü yazımızın konusu, yine, adını bile zikretmekten hazzetmediğimiz bu "beyinsiz" kişinin -ki Kur'an-ı Kerim böyle tiplere "sefih" vasfını uygun görür- gerçekleştirdiği bu şeni' davranışın, müslümanlar tarafından nasıl "değerlendirilmesi ve anlaşılması"dır… Çünkü bu değerlendirme ve doğru anlaşılma işinin yeterince ve gereğince olmadığı kanaatindeyiz. Bu tavır, topyekün İslam dünyası tarafından gösterilebilseydi eğer, belki bu azgın ve alçak şahsiyet, ikinci kez bunu gerçekleştirme imkanı ve ortamını bulamayacaktı… Bu nedenle, şayet bugün bu meseleye bakışımız ibret nazarlarıyla olursa, inceleme ve araştırmalarımız dikkatli ve detaylı bir şekilde yapılırsa, tahlillerimiz özenle ve hassasiyetle gerçekleştirilirse buna benzer hadiselerin tekerrür etmesine engelleyebilme hususunda daha ümitvâr ve iyimser olabiliriz. Aksi takdirde zaman zaman ve daha ağır tahriklerin muhatabı olacağımızı söylemeliyiz...
UYANIK OLMAMIZ GEREKEN HUSUSLAR
Günümüzde Kur'an-ı Kerim'e fikir ve düşünce temelinde değil, tamamen taraflı ve fakat temelsiz bir şekilde oluşan ve duygu temelli anlayışların etkisiyle dil ve el uzatanlar var olduğu gibi, geçmişte de böylesi davranışları sergileyenler var olmuştur. Mukaddes Kitabımızın indirildiği zaman diliminde nice putperest Mekkeli isim, Kur'an'a karşı ciddi bir reaksiyon göstererek, onun okunmasına engel, duyulmasına mani olmak için ne gerekiyorsa yapıyor, insanları inen ayetlere kulak vermemeleri hususunda yönlendirmek için adeta kolluk güçleri gibi davranıyorlardı. Onları ve söylemlerini Kur'an-ı Kerim şöyle aktarmaktadır bizlere: "Ve onlar şöyle diyorlardı: Sakın şu Kur'an'ı dinlemeyin. Aksine gürültü çıkarın. Belki böylece sizin sesiniz onu bastırır." (Fussilet, 26)
Bu ayetten anlıyoruz ki, Kur'an-ı Kerim, en güçlü şairleri âciz bırakacak bir edebi üsluba sahip; hikmet sahiplerini hayran bırakacak derecede "Hakîm" vasfını hâiz; ve okunuşuyla ruhları mest eden musikiyi her bir ayetinde taşıyor iken, onun okunmasına ve duyulmasına tahammül etmemek/edememek ancak ciddi bir inkâr ve önyargının ya da koyu bir cehaletin sebebiyleydi. Ama işte bu şekilde davrananlar İslam'ın yeryüzünü aydınlattığı ilk günden beri vardı ve olacaktı... Peygamber Efendimiz (SAV) zamanında nice müşrik dilleriyle inen ayetlere türlü türlü saygısızlıklarda bulundular, alay ettiler… Belki bir "Mushaf" olarak ellerine geçseydi, Kur'an-ı Kerim'i yakarak ortadan kaldırmaya da teşebbüs edeceklerdi. Ama mukaddes kitabımız o dönemde henüz bir Mushaf halinde olmadığı için bunu başaramadılar. Kurân-ı Kerim, Hz. Ebu Bekir döneminde bir Mushaf haline getirildi ve Hz. Osman döneminde nüshalar halinde çoğaltılarak müslüman beldelere gönderildi. İslam orduları fetihler gerçekleştirirken gayri müslim ülkelerin topraklarına doğru yola çıkan mücahidlere yanlarında Mushaf bulundurmamaları tembihlendi. Zira savaş şartları, bir esaret getirecek olursa düşmanın, mukaddes kitabımıza saygısızlığına imkan verilmemesiydi maksat… Müslümanlar, Kur'an-ı Kerim'in hem fiziki varlığı olan ve iki kapak arasındaki sayfalardan oluşan "Mushaf-ı Şerif"e hem de onun muhtevasına; hasılı ayetleriyle, sureleriyle Kur'an-ı Kerim'e asırlar boyu hürmet göstermiş ve onun varlığına saygıda kusur etmemeye gayret etmişlerdir. Hattatlar en mahir dönemlerinde onu yazmış, müzehhipler, kapaklarına ve sayfalarına en güzel tezhiplerini nakşetmiş, hafızlar ve kaariler onu en güzel makam ve sadâlarıyla okumuşlardır. Ama bütün bunların yanında onun muhtevası, müminler tarafından baş tâcı edilmiş; bu tutumları onları yeryüzünde hâkim duruma getirmiştir. Bugün eğer, iş tersine dönmüşse ve bâtılın peşinde olan Batı, doğunun ve özellikle müslüman ülkelerin üzerinde bir hegemonya kurmuş ve bu tahakkümünü hala devam ettiriyorsa, asıl mesele Kur'an-ı Kerim'in ahkamının ve ahlakının müslümanlar tarafından gereği gibi sahiplenilmeyişi ve benimsenmeyişidir, diyebiliriz. Çünkü mukaddes kitabımız Kur'an aramızda, evimizde, dolabımızda ve duvarımızda "asılı"dır; fakat kalbimizde ve ruhumuzda, işimizde ve amelimizde, kısacası bir bütün olarak yaşantımızda olması/bulunması gereken yerde değildir!..
Kanaatimizce o zalim ve alçak kişi, bunu görmektedir ve onun yakmak istediği şey, İslam dünyası olarak bizim bu hâl-i perişanımızın resmidir!..
Mehmet Emin Ay