Dâva esnasında tarafların iddia ve delillerini iptal edecek şekilde çelişkili beyan ve talepte bulunmaları, (tenakuz) davanın reddine sebeptir. Osmanlı uygulamasında hangi tür iddia ve taleplerin tenakuz içerdiği, hangilerinin uzlaştırılmasının mümkün olacağı konusunda ayrıntılı tartışmalar vardır. Bu konuda Mecelle'de bazı hükümler bulunmaktadır. Mecelle'de tenakuz, davacının davasına aykırı bir sözün önceden söylenmiş olması (müddeîden kendi davasına münâkız, yani davasının butlanını mucib bir söz sebkat eylemiş olmaktır) şeklinde tarif edilmiştir. (Mecelle, md. 1615)
Bir Osmanlı âlimi ve hukukçusu olan Bereketzâde İsmail Hakkı Bey'in, (1851-1918) "Tenakuz-ı Fikhî" adlı eseri; bu konuda müstakil, nadir eserlerdendir. Şam Müftüsü Mahmûd Hamza'nın (1821-1887) davalardaki çelişkiyi konu edinen "et-Tefâvuz/d fi't-tenâkuz/d" adlı eseri, Bereketzâde İsmâil Hakkı tarafından "Tenâkuz-i Fıkhî" adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. (İstanbul 1307) Eser, sadece bir tercüme olmayıp Bereketzâde tarafından bazı önemli fıkhî konuların ve mantık ilmine ait kaidelerin de ilavesiyle telif edilmiş bir İslam hukuku kitabıdır. Bereketzâde'nin eseri hazırlamasındaki amaçlarından biri, o günkü adli teşkilatta görev yapan hâkimler için istifade edilebilecek bir kaynak olması düşüncesidir. Bereketzâde bu eserini Sultan II. Abdülhamid Han'a sunduğunu dile getirir.
Tenakuz sözlükte, "çelişki" anlamına gelmektedir. Bereketzâde tenakuz terimini "lugavî kelimelerin anlaşılmasındaki çelişkiler" ve "iki kelimenin birbiriyle zıtlaşması" olarak tarif ettikten sonra bir kimsenin söylediği sözün diğer anlamları bozmasını örnek olarak verir. Bir sözün diğerine uymaması, çelişmesi, anlam ayrılığı anlamlarına gelen tenakuz kelimesi, klasik mantıkta doğru ya da yanlış olma ihtimali taşıyan veya bir hüküm bildiren önermelerden birinin doğru ve diğerinin yanlış olma zorunluluğudur. "Ahmet insandır" ve "Ahmet insan değildir" cümlelerinde olduğu gibi isbat (olumlu) veya nefy (olumsuz) anlamları olan iki önermenin birbirleriyle ihtilafı sonucu çatışmasına "tenakuz" denir.
Bereketzâde tenakuzu; lugavî, usûlî, mantıkî ve fıkhî olmak üzere dört kısımda incelemiştir. Lugavî tenakuz, söylenen bir sözün, diğerinin anlamını bozması, aralarında çelişki bulunması durumudur. Bereketzade bunu, "sanki her biri diğerini bozuyormuş gibi iki sözün tedâfuudür. Bir kimsenin söylediği sözün bazı ciheti; diğer cihetinin ibtâlini iktizâ eyledikde 'sözünde tenakuz var' denilir." şeklinde tarif etmiştir. Usûlî tenakuz, biri doğru farz edildiğinde diğerinin geçersizliği ve de biri geçersiz (yalan) kabul edildiğinde diğerinin doğruluğu gerekecek şekilde iki önermenin çelişmesidir. Bereketzâde bunu, "herhangisinin sıdkı farz olunsa diğerinin kizbi ve hangisinin kizbi farz edilse diğerinin sıdkı lâzım gelir sûrette iki kazıyyenin ihtilâflarıdır." şeklinde tarif etmiştir. Mantıkî tenakuz, birinin doğru diğerinin yalan olmasını bizatihi gerektirecek şekilde iki önermenin olumlu ve olumsuzluk açısından çelişmesidir. Bereketzâde bunu, Ali b. Ömer el-Kâtibî el-Kazvînî'nin (ö. 675/1277) "Şemsiyye" isimli mantığa dair risâlesinden naklen şöyle açıklar: "Tenakuz-ı mantıkî, birisinin sâdık ve diğerinin kâzib olmasını li-zâtihî iktizâ eder sûrette iki kazıyyenin îcâb ve selb ile ihtilâflarıdır."
Bereketzade'ye göre fıkhî tenakuz, "sarih veya zımni olarak iki sözün diğer kişi aleyhine çelişmesidir." (sarîh yahud zımnî iki sözün şahs-ı âhar aleyhine tedâfu'udur) şeklinde tanımlanmalıdır. Tanımda yer alan çelişme (tedâfu) kelimesiyle fakihler olumsuzluk (nefy) ve olumluluk (isbat), mutlaklık ve mukayyetlik, küllilik ve cüzilik (bazıyet), lazımilik ve melzumiyet veya sarahat ve tazammun yoluyla meydana gelen çelişmelerden daha genel bir anlamı kastetmişlerdir. Tanımdan anlaşıldığı üzere mütekellimin kendi aleyhine çelişkili beyanı, davanın sıhhatine mâni değildir. Ancak diğer şahsın aleyhine olan tenakuz, davanın sıhhatine mâni olur. Örneğin bir kişi, miras hakkı iddia ederken, "Ölenin benden başka varisi yoktur." dedikten sonra kendisiyle birlikte başka bir varisin daha bulunduğunu ikrar etse bu ikrarı sahih olur. Çünkü evvela mülkün tamamının kendisinin olduğunu iddia edip ardından sadece bir kısmının kendisinin olduğunu iddia ederek kendi aleyhine tenakuz ettiğinden bu durum davanın sıhhatine zarar vermemektedir. Ancak burada şu durum da dikkatten kaçırılmamalıdır; eğer mütekellimin kendi aleyhine olan ikrarı başkasının hakkını iptalini içeriyorsa o zaman davanın sıhhatine mâni olur. Örneğin bir kişi, diğer kişinin emri/izni olmaksızın onun evini sattıktan sonra evi gasp ettiğini ikrar edip müşteri de inkâr etse, bu ikrarı sahih olmadığı gibi müşteriye de sirayet etmez. Zira ikrar "hüccet-i kâsıra"dır.
Tenakuz çeşitleri arasındaki ilişkiye işaret etmek gerekir. Lugavî tenakuz iki kelam arasındaki çelişkiyi gösterirken, usûlî ve mantıkî tenakuz, iki önerme arasındaki çelişkiyi ifade eder. Fıkhî tenakuz ise her bir şekilde olabilir. Örneğin bir kişinin, bir gayrimenkulün vakıf olduğunu iddia ettikten sonra mülk olduğu iddia etmesi, iki kelam arasındaki tenakuzdur. Yine bir kimsenin, babası bir gayrimenkulü satarken sükût edip sonra da o mülkün kendine ait olduğunu iddia etmesi kelam ve sükût arasındaki çelişkiye; bir kimsenin de terekenin taksimine katıldıktan sonra terekenin hassaten kendine ait olduğunu iddia etmesi, fiille kelam arasındaki çelişkiye örnektir.
Her meselede tenakuz, cari olmaz. Fakihler özellikle bazı meselelerde tenakuzun dikkate alınmasını öngörmüşlerdir. Bunlar arasında hürriyet, nesep, talâk, vesâyet, velâyet, tevliyet-i vakf gibi "ahval-i hafiye" konularında tenakuzu dikkate almışlardır. Mesela bir kimse karısı için, "Bu benim sütkardeşimdir." dedikten sonra bu sözünden rücu etse tasdik olunur. Yine bir vasi, vasiliği gereği bir şey sattıktan sonra o şeyi aşırı aldanmayla (gabn-i fâhiş) sattığını iddia etse davası dinlenir.
Bazı tenakuz türleri, davanın sıhhatine mânidir. Mesela bir kişinin, Ahmet'in elindeki bir malın kendine ait olduğunu iddia edip yemin ettikten sonra, yanıldığını söyleyip Mehmet'in elindeki malın kendisine ait olduğunu iddia etmesi durumunda, davası kabul edilmez. Çünkü bir hak aynı anda iki kişiden istenemeyeceği gibi tek cihetten neşet eden bir hak için iki kişiye dava açılamaz. Yapılan şahitliğin davaya muvafık olmaması, tenakuz olarak kabul edilir. Örneğin bir kimse bir malı gasp etse, iki şahit de bunu yaptığını ikrar ettiğine şahitlik etseler, bu şahitlikleri kabul edilir. Eğer şahitlerden biri, gaspa diğeri ikrara şahit olduğunu söyleseler kabul edilmez.
Bir davanın sahih olmasının şartlarından biri iddia edilen şeyin sabit olması mümkün bir şey olmasıdır. Nitekim hakikaten ve âdeten imkânsız olan şeyin davası olmaz. Örneğin yaşça büyük olan bir kişi, kendinden küçük bir kişiyi babası diye iddia etse, tenakuzdur. Akranların birbirine baba – oğul olması da imkansızdır. Bu tür davalar dinlenmez. Aynı şekilde bir şeyin zıddı (munâkız ve münâfii) ile birlikte var olması aklen imkânsızdır. Örneğin bir kişi, elindeki bir malın başka birinin olduğunu ikrar ettikten ve hâkim de onu sahibine iade etmesini emrettikten sonra bu malı o kişiden daha evvel satın aldığını iddia etse davası dinlenmez. Burada iddia ikrara mâni, ikrar da ona mânidir. Dolayısıyla bu iddia sahih olmaz. İsten aklen, ister adeten isterse şer'an olsun imkânsız olan bir şeyi dava etmek kabul edilmez. Akranını oğlu diye iddia aklen imkânsız, fakirlikle bilinen birinin diğer bir kişiye çok miktarda borç verdiğini iddia etmesi âdeten imkânsızdır. Bu, haddi zatında mümkün olmakla birlikte o kişinin adeti bunun batıl olduğuna hükmeder. Yine nesebi sabit olan birinin aklen ve âdeten mümkün olacak başka birinin oğlu olduğunu iddia etmesi ise şer'an imkânsızdır.
Son dönem Osmanlı Hukuku'nda da "tearuz" ve "tenakuz" kavramlarının özellikle Hanefi fıkhı çerçevesinde "Mecelle"de yer aldığı görülmektedir. Tenakuz bahsi Mecelle'de özel bir başlık altında "1647-1659" maddeleri arasında ele alınmıştır. Bu maddeler arasında şunları anabiliriz: "Tenakuz, mülkiyet davasına mâni olur" (md. 1647). Örneğin bir kimse, bir mal satın almak isteyip de sonra o malın kendinin olduğunu dava etse, davası dinlenmez. "Bir kimse, bir malı diğer kimsenin olduğunu ikrar ettikten sonra, "benimdir" diye dava etse, sahih olmadığı gibi, âharın tarafından bi'l-vekâle ve bi'l-vesâye dava etmesi dahi sahih olmaz." (md. 1648)
Sonuç olarak fıkhî tenakuz açısından bakıldığında, mütekellimin kendi aleyhine çelişkili beyanı, davanın sıhhatine mâni değildir. Ancak diğer şahsın aleyhine olan tenakuz davanın sıhhatine mâni olur. Eğer mütekellimin kendi aleyhine olan ikrarı başkasının hakkını iptalini içeriyorsa, o zaman davanın sıhhatine mâni olur. Yine bir kişinin başlamış olduğu bir işlemin ardından onun hukuken ayrılmaz bir unsurunu nefyeden bir iddiada bulunması bir tenakuzdur. Tenakuzla ilgili bazı temel prensipler ise şöyledir: Bazı durumlarda tenakuz mahkemece geçerli sayılmaz. Her meselede tenakuz cari olmaz. Ancak bazı tenakuz türleri davanın sıhhatine mânidir. Mahkemede dava sürecinde yapılan şahitliğin davaya muvafık olmaması "tenakuz" olarak kabul edilir. Hüccetsiz hüküm vermek caiz olmadığından, şahitlerin birbiriyle uyumlu şahitlik etmeleri mahkemede hüküm verebilmek için şarttır. İki şahit arasındaki tenakuz hem lafızda ve hem de manada ise şahitlikleri kabul edilmez.
Kaynak
Uslu, Mehmet-Şimşek, Murat. "Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar! Bereketzâde'nin Tenâkuz-ı Fıkhî Adlı Eseri Bağlamında Mahkemede Çelişkili Beyan". Mutalaa 1/1 (Ağustos 2021), 73-87. https://mutalaa.karabuk.edu.tr
Prof. Dr. Murat Şimşek