Riyad'da spor etkinlikleri üzerinden çıkan arbede ve kargaşanın sebeplerini ve boyutlarını öğrenmeye çalışırken bir süre afalladım. Meselenin künhüne vakıf olmakta zorlandım. Saplantılı bir konu ile karşılaştım. Öğretilmiş sevgi ve bindirilmiş kıtalarla karşı karşıyaydık. Riyad'da yapılacak maç öncesinde Türk takımları sahaya Atatürk posterleri ve yurtta sulh cihanda sulh dövizleri ile girmeye kalkışmışlar. Bunu yapmakta amaçları neydi acaba? Ev sahibi ülke de buna izin vermemiş. Bunun üzerine Galatasaray ve Fenerbahçe takımları pılını pırtısını toplamış yurda geri dönme kararı almış ve sonrasında bunu işleme koymuş. Kısaca bir bardak suda fırtına koparmışlar. Döndükten sonra da ayran kabartmayla devam ettiler. Prensip olarak ev sahibi ülke istediği gibi kurallar koyabilir ve uygulayabilir. Geçmişte Cemal Kaşıkçı olayında asit meselesini ilk gündeme getiren ben oldum. Mezkur olayda Riyad hatalıydı. Lakin yeni olayda ise ev sahibi ülke prensip olarak haklı. Kuralları o koyar ve misafir takımlar da buna riayet ederler. Ama galiba niyet üzüm yemek değil bağcıyı dövmek. Sanki bu olay üzerinden yeni bir Gezi Parkı olayı planlanmak istendi. Kim bilir? Suudi Arabistan'ın kuralları üzerinden ve 'şeriat devleti' olması keyfiyeti üzerinden sanki hınçlarını Türkiye'deki hükümetten çıkarmak niyetinde oldukları seziliyor. Bu mesele birebir Osman Özbek Paşa meselesine benziyor. O da Erbakan hükümetine kızdığı ama doğrudan hedef alamadığı için sataşmak için Kral Fahd'ı bulmuş ve ona söverek güya Erbakan hükümetinden hıncını almıştı. Fahd üzerinden Erbakan'a mesaj göndermişti. Halbuki alakasız bir durumdu. Erbakan Kral Fahd'ın vekili falan değildi. Ama Osman Özbek Paşaya göre aynı karede görünüyor ve aynı kümeye düşüyorlardı. Ne de olsa Fahd Arap, Erbakan Hoca da Arapçıydı!
Bu yeni tabloda Osman Özbek Paşa yerine Ali Koç olmalı. Bu yaklaşım Gezi Parkı olaylarından sonra bir kez daha karşımıza çıktı. 20-30 sene öncesinin aktörleri yeniden sahne almış görünüyorlar. Bunlardan birisi de Yalçın Doğan. Çoktandır nerede yazıyor bilemiyorum, izini kaybettim. Benim için hükümsüz hale geldi. Lakin Milliyet gazetesinde yazarken bolca irtica güzellemeleri ve gazellemeleri yapardı. O zaman Milli Görüş ile Suudi Arabistan derin devleti arasında ilişki olduğunu varsayıyor ve Mekke'de 27 bin Milli Görüş militanı yetiştirdiklerini söylüyordu. Halbuki Suudi Arabistan için Milli Görüş istenmeyen bir görüştü. Bırakın militan yetiştirmek birkaç kişinin bir araya gelmesini bile arzu etmezler. Ben de o dönemde çalıştığım gazetedeki bazı arkadaşların 'nene lazım, işin ne?' demelerine rağmen bu iftira dolu iddiayı kurcaladım ve yazıya karşılık verdim. Arkadaşlar haklı çıktı. Erbakan Hoca ile birlikte Libya gezisine katıldıktan sonra Trablus'ta okuyan bazı Türk talebeleriyle görüşmemi konu edinen Yalçın Doğan beni Libya'da gizli faaliyetler çevirmekle suçladı ve bu yönde bir makale yazdı. Kale almadım. Lakin merhum Bülent Çaparoğlu yazıyı veya iftirayı ciddiye almamı istedi 'yoksa çamuru üzerine kalır' dedi. Bu tembih üzerine gerekli izahatı yaptım. Kaddafi'nin devrilmesi sürecinde devrimcilere destek verdim. Yalçın Doğan ile Kaddafi terazisinde tartılsak o daha ağır basar. Kaddafi'nin tarafına düşer. Son olayla ilgili 'Tele 1' ekranlarından fütursuzca ve zehir zemberek konuşuyordu. Kışkırtıcı zümre durumdan vazife çıkartarak yeniden işbaşına geçmişti.
O dönemde bir Hicaz ziyareti sırasında Milli Görüş'ün oradaki temsilcisi olan Naim Karaman'la da uçak yolculuğu sırasında yan yana düştük. Tanıştık, sohbet ettik ve konu üzerine dertleştik. Kesinlikle durum Yalçın Doğan ve benzerlerinin yakıştırdığı gibi değildi.
Bir de dikkatimi çeken hususlardan birisi Riyad'dan yurda dönen kafile ya da sporcular ve takımları için 'Atatürk'ün evlatları' ifadesi kullanılmasıdır. Bu düpedüz goygoyculuktur ve elbette doğru değil. Basketbolcu kızlar için de 'Atatürk'ün kızları' ifadesi kullanılmıştı. Her şeye bir Atatürk damgası vurmak sınırları zorlar ve yanlış bir mecrayı ifade eder. Bu çılgınlık yarışından başka bir şey değildir. Nitekim spor yorumcusu Namık Koçak'ın konukları mübalağanın dozunu kaçırdılar ve 'Atatürkçüler kardeştir' mealinde sözler sarf ettiler. Hatta hangi dinden veya mezhepten olursa olsun Atatürk sevenlerin kardeş olduğunu ileri sürdüler. Din üzerine Kemalizm şemsiyesi uzattılar. Bu cihetle tarikatlardan şikayet edenler Kemalizmi neredeyse din kalıbına döktüler. Burada bir çılgınlık ve akıl tutulması görülüyor.
Bu da gerçeklere ulaşmada görüş mesafesini daraltıyor. Kemalizm her yere yayılarak ve genişleyerek gerçekleri kapatıyor veya gerçeklere ulaşmaya perde oluyor.
Osmanlının son dönemlerinde darbeciler 'şeriat isterük' avazıyla ortaya çıkıyor ve sokakları inletiyor ve titretiyorlardı. Şimdi ise darbecilerin sloganı 'Kemalizm isterük' şeklindedir. Riyad olayı bunun tanığıdır. Az gittik uz gittik bir arpa boyu mesafe kat edemedik. Suudi Arabistan üzerinden körebe oynayanlar kütük gibi cahiller ve hiçbir şeyi bilmiyorlar. Sloganlarla hareket ediyorlar. Muhammed Bin Selman'ın Mustafa Kemal veya Kemalizmle bir sorunu olduğunu sanmıyorum. Olsa olsa onun sorunu Osmanlı, bir de kendi ifadesiyle Sahve yani İslami uyanış nesliyle olmalıdır. Onun daha ziyade sorunu Kemalizm karşıtlarıyladır. Bu durumda Kemalistler dana altında buzağı arıyorlar. Osmanlı sonrası bütün Arap liderleri gibi Muhammed Bin Selman da az çok Kemalist sayılır. Gelenekçi değil, modernleşmecidir.
Akıldan kopuş sayesinde Osmanlı'nın son dönemindeki hastalık cumhuriyet dönemine de aksetmiş ve nüksetmiştir. Modern ezberlerle de bir yere varmamız mümkün değildir. Duvara toslamamak için bilgi, insaf, analiz ve özeleştiri kültürü şarttır. Yoksa kendi zindanımızda debelenip dururuz.
Mustafa Özcan