Talmud’un gölgesinde Avrupa
Bir defasında İlber Ortaylı veciz bir biçimde din bilgini ile din adamı farkını dinlerin uygulamaları ışığında izah etmişti. Elbette bunların yanında bir de din bezirganı sınıfı var. O bahsi diğer. Hahamların keşişlerin muadili olmadığını hahamların aksine İslam'da müftü, alim ya da fakih kapsamına girdiğini beyan etmişti. Din bilgini ile burada din adamlarının ve keşişlerin yolları ayrılıyor. Din bilginleri Hıristiyanlıktaki gibi ruhani bir sınıf değil. Dini bilgi ile orantılıdır. Din adamı veya keşişler kendilerini dine adayan sınıfı temsil ederler. Hasan el Benna da bir defasında din adamı ifadesini tashih ederek 'İslam'da din adamı (sınıfı ve ayrımı) yoktur, hepimiz din adamıyız' demiştir. Batı'da ise ruhban sınıfı ile keşişlerle yani kendilerini kiliseye adayanlarla dünyevi sınıf birbirinden ayrılır. Din adamı sınıfının dışında kalanlara kabaca layman denilmektedir.
Musevi gelenek ile İslami gelenek arasında birbirini karşılayan alanlardan birisi de Talmud ile hadis benzerliğidir. Yahudilikte hadis ya da sözlü geleneğe Talmud denilmektedir. Tevrat, Kur'an gibi yazılı bir gelenektir. Kur'an Tevrat'ı (aslını) nur olarak tanımlamaktadır. Yine din bilginleri ya da hahamlar, fakihlere veya alimlere tekabül etmektedir. Bunların manevi alanı ruhbaniyetle değil takva bağlantılıdır buna muttasıf olanlara muttaki ve rabbani ulema denilir. Hıristiyanlıkta ise rahipler ve keşişler hayatlarını kiliseye ve ruhbanlığa adarlar. Kur'an bunu kendi uydurdukları ama uymadıkları bir bidat yani dinin aslına bir ekleme olarak niteler. Emekliye ayrılma sürecinde olan Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen'in bir süre önce sarf ettiği 'Avrupa, Talmud'un gölgesinde yaşıyor' veya 'değerlerini benimsiyor' sözleri ile birlikte Batı terkibi içinde Yahudiliğin yeri bir kez daha gündeme geldi. Bu ifade gayet sıkıntılı bir ifadedir. Mesela Prof. Mustafa Öztürk 'şeriat bir Musevi örfüdür' derken bunu Leyen'in sözleriyle birlikte ele aldığımızda sanki Batı'nın hukuki kaynaklarının -en azından- bir ucunun İslam'a dayandığını da ikrar etmiş oluruz. Kimi medeniyet tarihçileri İslam'ın Yunan ilmiyle Batı arasında bir ara devre ve aktarıcı yani montaj görevi gördüğünü söylemişlerdir. En azından hukuk alanında da bunu söyleyebiliriz. Nitekim Maliki mezhebinin Batı hukukunu zenginleştirdiği kabul edilir. Yine İbni Rüşd gibi İslam filozoflarının felsefi olarak Batı'yı skolastik zindanından kurtardığı bilinir. Lakin kimi akademik çevrelerin dışında bu hakikati sıradan kaç Batılı kabul eder? Bununla birlikte Sigred Hunke, Juan Vernet gibi kimi batılı akademisyenler bu hakikati benimserler. Yahudilik batının asli bir değeri mi yoksa süreçte eklemlenmiş bir geçici statü mü? Batı Yahudilikten kanunlarını mı yoksa değerlerini mi devşirdi? Talmud'a atıf bir nevi bazı gazete ve gazeteciler tarafından Batı'nın Siyonizm politikaları uyguladığı şeklinde anlaşıldı ve aktarıldı. Burada popülist bir yaklaşım sergilenmiştir. Bunda doğruluk payı varsa da yanlışlık payı da bulunuyor. Zira Batı ile Yahudilik arasındaki ilişki çok viteslidir, Siyonizm öncesine dayanmaktadır. İlişkileri Siyonizm zemininde ele almak anakronik bir yaklaşımdır. Eğri bir çizgidir.
Martin Luther, Yahudiliği 'büyük ağabey' olarak iade-i itibarda bulunmuştur. Katolik Kilisesi ile Protestanlık arasındaki çatışma Yahudilerin işine yaramıştır. Bu vesile ile Protestanlık Yahudiliği meşru ve ehli necat bir din saymıştır. Katolikler de ünlü Fransız oryantalist ve Katolik Massingnon'un izinde ve öncülüğünde İkinci Vatikan Konsili (1962-1965) kararlarıyla birlikte Yahudileri ehli necat olarak tanımlamışlardır. Batı ile Yahudilik arasında normalleşme süreci uzun bir dönemi kapsamıştır. Siyonizm ise 1897 yılında Basel Konferansı ile birlikte veya biraz öncesinde gündeme gelmiştir. Siyonizmin isim babası ve kirvesi Theodor Herzl'dir. Siyonizm ulus devlet modelinden ilhamla ortaya atılmış milli bir projedir. Dini ayağı temel değil türev ve zımnidir. İlhamını dinden alsa da hukukunu dinden almaz. Bu nedenle hukukta Siyonizmi Batı'ya medar ve merci göstermek doğru bir yaklaşım olamaz. İlişki kültüreldir. Yoksa İsrail'i kuran Yahudi babalarının bir kısmı ateisttir ve dinsizdir. Bu nedenle de Avrupa'nın Talmud'a dayanması tezi, Batılı kanunları Siyonizm ve İsrailiyata dayandırmak gerçeklerle çok da mutabık değildir. Bu ruhi/manevi bir ilişki türüdür. Hatta bugünkü İsrail'i bir din devleti olarak da görmek isabetsizlikle eşdeğerdir. İsrail'in tanımı ve sıfatı dini milliyetçiliktir.
Ursula von der Leyen'in bu zeminde söylediklerini hukuk bazında değil de medeniyet bazında algılamak daha doğru olur. Zira Batı medeniyetini ve nehrini besleyen dört koldan (revafid) bahsedilmektedir. Bunu ifade edenlerden birisi de ABD'de siyahi Dışişleri Bakanı olan Colin Powell olmuştur. Batı medeniyetinin dört basamağa ve temele dayandığını söylemiştir. Greko-Romen + Musevi ve Hıristiyan. Martin Luther ile birlikte Batı'nın Musevilere bakışı değişmiştir. Gettolar yerine daha kozmopolit bir fezaya ve atmosfere taşınmışlardır. Museviliğin Siyonizme doğru evrilmesinde imparatorlukların yıkılması ve yerlerine ulus devletlerinin alması başat rol oynamıştır.
Bu süreçte Batı medeniyeti Yahudilik ile iç içe geçmiş ve Batı tanımında Yahudiliğin de payı da vurgulanmıştır. Yahudilik geniş fezada deveran etmektedir. Hümanizm onların ikinci vitesidir. Hümanizm, Yahudiliğin işine yaradığı sürece makbuldür. Onu tek yanlı olarak okurlar ve benimserler. Müslümanlara merhem olmasını istemezler. Bunun için antisemitizm der dururlar ama İslamfobiyi de kendileri körüklerler.
Başa dönersek Batı'nın değerler açısından kısmen Yahudilikten beslendiği doğrudur ama kanunlarını ondan aldığı yakıştırma ve sulandırılmış/vulgarize bir hükümdür. Bunun yerine Avrupalıların Endülüs üzerinden İslam'dan beslendikleri söylenseydi daha doğru bir ifade olurdu.
Mustafa Özcan
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.