Pesimizmin (karamsarcılık) kurucusu olan Schopenhauer tam bir bedbindi. Hem dünyayı lanetliyor, hem de her türlü dünyevî nimete sarılıyordu. Aşka ve mutluluğa dair çok kalem oynatmasına rağmen hiçbir zaman gerçek aşkı ve mutluluğu bulamamıştı. Bu hasta ruhlu filozofun hayatı ibretlerle doludur.
Alman filozofudur. Schopenhauer'un büyük babası, Danzig'in zenginlerindendi. Geniş arazileri ve külliyetli serveti vardı; fakat iflâs etmişti. Büyükannesi ise önce delirmiş, sonra intihar etmişti. Onların dört oğlundan birincisi aptaldı, ikincisi de aklını kaçırmıştı. Heinrich adındaki dördüncü oğul ise, Schopenhauer'un babasıydı ve oldukça başarılı bir işadamıydı. Fakat bir gün kendisini mağazasının arkasındaki kanalda ölü buldular; bu suretle onun da intihar etmiş olduğu anlaşıldı.
Schopenhauer'un annesine gelince, Johanna Trosiener adını taşıyan bir dul kadın, Almanya'da romanlarıyla kendini tanıtmış, dünya nimetlerine düşkün bir yazardı; bencil, oynak, analık şefkatinden mahrum bir yaratıktı. Oğluna hakaret dolu mektuplar yazardı. Onun canını sıkmak kadına sevinç veriyordu. "Sen çekilmez usandırıcı bir mahlûksun. Seninle beraber yaşanamaz." diyordu. Oğlunun bir canavar olduğunu, kendisini hem şaşırtıp hem korkuttuğunu söylerdi. "Yanıma gelememen için her şeyi fedaya razıyım. Senin kötü huyun, her şeyden şikâyetin, inatçı bakışların, hiç kimsenin tekzip edemeyeceği kâhinlerin fikri gibi garip fikirlerin, bütün bunlar beni eziyor ve sıkıntı veriyor. Devamlı mugalataların dünyanın manasızlığı ve insanların ıstırapları hakkındaki eseflerin bana fena geceler ve nahoş rüyalar getiriyor." diye ekliyordu.
Goethe, bu kadına oğlunun ilerde ünlü bir adam olacağını söylemişti; fakat o, "Bir aileden iki dâhi çıkmaz!" diyerek hem buna inanmadı, hem de kendinin de bir dâhi olduğunu anlatmak istedi. Hatta bir gün oğlunu merdivenlerden aşağı itti ve sakatlanmasına sebep oldu. Schopenhauer, kendini rakip gören annesinin yanından ayrıldı ve 24 yıl boyunca onu görmedi.
Schopenhauer ile annesi arasında küçükten başlayan mücadele bir nefret hissine dönüştü. Annesinden nefret eden Schopenhauer herkesten de nefret etmeye başladı. "Fikirlerimin ilk seherinden beri kendimi dünya ile bir ihtilâf ve ahenksizlik halinde hissettim." diye yazıyordu.
Schopenhauer, hafif meşrep annesinin onda bıraktığı izle olacak, kadınlar hakkında nahoş fikirlere sahip oldu ve hiç evlenmedi. Ona göre kadınlar, birer çocuktan farksızdır, gerçi çabuk gelişirler, fakat yetişkin bir çocuktan daha fazla olgunlaşmazlar, geleceği görmek ve hesaplamak kabiliyetleri de yoktur. Sonra kadınların müsrif ve savurgan olduklarını vurgular. Üstelik kadınların sadece hoşa gitme arzusuyla çırpındıklarını ve zekâsı kıt yaratıklar olduklarını ileri sürer.
1818'de "İrade ve Tasavvur Olarak Dünya" adındaki büyük eserini yayınladı ve bu eseri bitirdikten sonra, İtalya'ya seyahat etti. Venedik'te kaldı; burada modern hayata daldı. Metresiyle gezerken, kendisi gibi kötümser olan İngiliz şairi Byron'la tanıştı ve onunla sefahat âlemlerine daldı. Fakat bir süre sonra Berlin'e geldi ve buradaki üniversitede doçent oldu. Hegel'le mücadeleye girişti. Verdiği dersleri, Hegel'le aynı saatlere koydurdu. Amacı, Hegel'in talebelerini kendi dershanesine çekmekti. Fakat umduğu olmadı; âdeta boş sıralar karşısında kaldı. Öfkelendi ve kötümserliği daha da arttı.
1820-1839 yılları arasında meyus, serseri ve kısır bir hayat geçirdi; sıhhatinden ve insanlardan şüphelenmeye başladı. Berlin'e yayılmış olan koleradan çok korkuyordu. Her yerde gözüne hırsızlar, dolandırıcılar görünüyor, gece yarıları parasını saklayacak yerler arıyordu. Hatta silahları ile yatıyor, hiçbir şeye güven duymuyor; günlük masraflarını kimse anlamasın diye Yunanca ve Latince kaydediyor; cimrice ve âdeta tımarhanelik bir akıl hastası gibi yaşıyordu. Pipolarını dolapta kilitliyor ve berberin usturasından korkarak kendi kendini tıraş etmek zorunda kalıyordu.
Diyordu ki "Beni endişelendirecek bir şey bulunmadığı zaman, sanki benden bir şey saklanıyormuş gibi endişeleniyorum." Bir mektup alınca derhal korkar ve bir felâket beklerdi. Geceleyin en küçük bir gürültü ile ansızın tabancasına sarılırdı. Hastalıklara ve her nevi tehlikelere karşı bin itina ile tedbir alan filozof bir yangın vukuu ihtimaline binaen canını çabuk kurtarmak için otelin birinci katında otururdu.
Aslında karamsar olması için sebep de yoktu. Servet, sıhhat, hürriyet, seyahat gibi imkânlara sahipti. Bununla beraber bedbindi ve karamsarlığı felsefesine renk vermişti. Kalabalıktan kaçar, inzivada yaşamayı tercih ederdi.
1831 yılında kolera yüzünden Hegel gibi Berlin'den kaçtı, Frankfurt'a yerleşti. Burada bekâr olarak çekici ve iddiacı bir dille ünlü filozofların, kadınların, dinin, aşkın, âdetlerin aleyhinde şiddetli hücumlarla dolu yazılar yazdı. Daha sonra bir ailenin yanında iki odalı bir pansiyona yerleşti. Burada tam 30 yıl köpeği ile beraber, insanlardan uzak yaşadı. Büyüye ve spritizme de inanıyor ve hayat tarzında Kant'ı taklit ediyordu.
En büyük rakibi olarak gördüğü Hegel'e ömrü boyunca sövüp saydı. Onu, şarlatan ve sefil bir yaratık diye nitelendiriyor; teorisinin demagogların işine yarayan skolastik ve ukalaca bir şiirden başka bir şey olmadığını iddia ediyordu.
1851'de "Meze ve Artıklar" adlı eseri ve daha sonrakiler ile şöhrete kavuştu. Hep bu anı beklemişti. Yaşı yetmişi bulmuştu; fakat yıllarca beklediği ve nihayet kazandığı şöhret, onu bir çocuk gibi sevindirdi. Yemeklerden sonra flütünü çalmaya; dostlarına, kendi hakkındaki en küçük haberleri bile göndermelerini rica etmeye başladı.
Schopenhauer, aşktan, aile ve hatta vatan sevgisinden mahrum bir insandı. Kibirli olduğu kadar da öfkeli ve hesabını pekiyi bilen bir hasisti. "İhtiyaç içinde olan bir arkadaşı hakiki dost saymam; o bir borç isteyendir sadece" diye düşünen ve "İnsanın bilgisi arttıkça ıstırabının da artacağına" inanan bu kötümser insan, aynı zamanda her şeyden şüphelenen bir paranoyaktı. Bu durumdan ölünceye kadar kurtulamamıştı. Aklına geleni çekinmeden söyler, özenle giyinir, birtakım aşağılık cinsî münasebetlerden zevk alırdı. Son derece hırslı ve kavgacı bir şahsiyete sahipti.
O, insanları hakir görürdü ve atkestanesine benzetirdi. Görünüşleri kestaneye benzerdi, fakat yenecek şeyler değildi. İnsanların çoğu kötülükle budalalığın bileşkesinden ibaretti. Onun için insanlarla irtibat bir nevi günah sayılırdı.
Hayatta bir türlü yüzü gülmeyen bu bedbin filozof, babası ve annesi tarafından bazı kötü intibalarla büyütülmüştü. Anne sevgisi nedir bilmeyen ve üstelik nefret gören bir kişinin, dünyaya karşı sevgi duyması beklenemez. Çok gariptir ki, Berlin'de bulunduğu yıllarda, kendisi de bir kadını merdivenlerden yuvarlamış ve onun sakat kalmasına sebep olmuştu. Bu yüzden de kadına, hayatı boyunca tazminat ödemeğe mahkûm edilmişti.
Schopenhauer'a göre; kâinatı idare eden şey, kör ve akıldışı bir iradeydi. Tabiatta ve cemiyette hiçbir kanunilik yoktu, ilmî olarak bilme de imkânsızdı. Tarihte ilerleme söz konusu değildi. Halk ise tiksinilecek bir yığındı. Diyordu ki: "Hayat demek, iş demektir. İş de mücadele etmektir. Mücadele ise boştur. O halde hayat sefalettir. Dünyadan mutluluk beklemeyin, sakın medet ummayın. Bu dünya kahır yatağıdır."
Yine o, "Saadet bir rüyadan ibarettir, ıstırap hakikidir. Bunu yetmiş seneden beri duyuyorum. Buna tevekkül ediyorum. Nasıl sinekler örümcekler tarafından yutulursa, insan da yeis ve elem tarafından yutulmak için doğmuştur demekten başka bir şey bilmiyorum" diyordu.
Schopenhauer'un son zamanındaki portresine bakanlar dişsiz ağzı karşısında bir haşyet duyarlar: Kâinata tükürmemek için gayzından, tiksintisinden dişlerini yemişe benzeyen bir ağız! Hayatının son yıllarında kendisine yaklaşanlar üzerinde korku ve ıstırapla karışık bir intiba bırakıyordu. Onu gören, büyüklük havasının tesirinde kalıyordu. Bir gün Venedik'te bir İtalyan onu sokakta durdurarak şöyle demişti: "Efendi, herhalde büyük bir şey yapmış olacaksınız. Bilmiyorum ne, fakat onu bakışlarınızdan anlıyorum."
Kadınlardan nefret ettiğini söylemesine rağmen zaman zaman onların peşinden koşan, dünyadan nefret ettiğini açıklarken dünyevî gıdaların her çeşidini tadan Schopenhauer sağlığına ve servetine çok itina gösteriyor ve lanetlediği hayata herkesten fazla sarılıyordu.
Tatbik ettiği rejimin kendisini 100 yaşına kadar götüreceğine inanmıştı. Fakat 1860 23 Eylül'ü sabahı odasında müsterih bir şekilde giyinmekte iken ölüm onu ansızın yakaladı. Bir ses çıkaramadan, ölümün ne olduğunu anlayamadan, küçümsediği ve çıldırdığı hayata son bir defa bakamadan, veda edemeden gitti. Öldüğünde 72 yaşındaydı.
Bazı Görüşleri
*Dünya sefalet ve ıstırapla dolu bir yerdir. İçinde yaşadığımız dünya olabilecek en kötü bir yerdir.
*Evlenmek, iki kişinin birbirleri ile iğrenç birer nesneye dönüşmelerini sağlamak üzere mümkün olan ne varsa yapmaktır.
*Haz ve tutkularının kölesi olan, ulaştığı noktayla yetinmeyip hep daha fazlasını isteyen kişi nasıl mutlu olacak? Sonunda ıstıraba ve can sıkıntısına düşer. Kişinin yaşadığı böyle bir dünyayı iyi diye nitelendirmesi mümkün müdür?
*İnsanlar sürekli zenginlik peşinde koşarlar. Oysa zenginlik deniz suyuna benzer, ne kadar içersen o kadar susatır.
*Mevcut anın tadını sağlıklı ve neşe ile çıkarmak, işte hayat bilgeliği budur.
Prof. Dr. Sefa Saygılı
KAYNAKLAR
1- Büyük Muztaripler: Schopenhauer, Nietzsche, Tolstoy. Suut Kemalettin.
2- Filozofların Özellikleri. Prof. Dr. Nihat Keklik.
3- Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu Necip Fazıl.
4- Filozoflar Ansiklopedisi. Cemil Sena.
5- Yeni Düşün Adamları. Byran Magee.
6- Felsefe (Düşünürler Bölümü) Orhan Hançerlioğlu.
7- Schopenhauer. İrade Felsefesi. Düşünen Adam Y.
8- Ateizmden İnanca. Emin Arık. Marifet Y.
9- 90 Dakikada Schopenhauer. Paul Strathern. Gendaş Y.
10- Büyük Filozoflar. Münir Yarkın. T. İş Bankası Y.
11- Felsefenin Öyküsü. Bryan Magee. Dost Kitabevi.
12- Schopenhauer'un metamorfozu ya da karamsar filozofun mutlu olma arayışı - Prof. Dr. Ahmet Özer Independent Türkçe 7 Nisan 2021