1802 yılında İstanbul'da doğan Ali, Osmanlı teşrîfatına göre "beyzâde" olduğu için "bey", ilmiye sınıfına mensubiyetinden dolayı "efendi" unvanlarını kazandığı cihetle, isminin sonuna "beyefendi" lakabı eklenmektedir. (Bunun başka bir şekli olarak ismin başına "mîr", sonuna da "efendi" getirilerek kullanıldığına da rastlanmaktadır). Sultan III. Selim devri (1789-1807) sadrâzamlarından Melek Mehmed Paşa'nın (ö.1802) torunu olmak dolayısıyla, imzâlarında isminden sonra ekseriyâ "hafîd-i Melek Paşa" yazarak bunu belirtir. Babası Melek Paşazâde Abdülkādir Beyefendi ise kādı, kādıasker ve reisü'l-ulemâ olarak Osmanlı Devleti'ne hizmet etmiştir.
Ali Haydar Bey, medrese tahsîlini bitirdikten sonra müderris, 1843'de Galata kādısı, 1851'de Filibe mollası oldu. 1271/1855'de Mekke, 1279/1862'de İstanbul pâyelerini kazandı. 26 Ocak 1868'de tâyîn edildiği Dârü'l-Hilâfeti'l-Aliyye (İstanbul) kādılığını, kabir taşında geçen "esbak" kelimesinden anlaşıldığına göre, iki buçuk yıl sonraki vefatından daha önce bırakmış olmalıdır. Genç Ali Haydar, ta'lîk hattında devrinin yegânesi olan Yesarîzâde Mustafa İzzet Efendi'den (ö. 1849) bu hat nev'ini meşk edip hicrî 1238 (1823) yılında icâzete hak kazandı. Mâil kıt'a biçimindeki icâzetnâmesi hâlen Topkapı Sarayı Müzesi Kütübhânesi-GY. 321-30a'dadır. Kendisi, Yesarîzâde'nin önde gelen birkaç talebesi arasında yer alır. Diğerleri ise Kādıasker Mustafa İzzet (ö. 1876) ve Abdülfettah (ö. 1896) efendilerdir.
Celî ta'lîk hattıyla zer-endûd levhalarına ve muhtelif âbideler üzerinde kitâbelerine rastlanan Ali Haydar Bey'in düz satırlı meşk kıt'aları ve mâil kıt'aları ise nâdir görülür. Hattatlar arasında yaygın olarak rağbet edilen kemankeşliğe (okçuluğa) Ali Haydar Beyefendi'nin de orta yaşlarına doğru merak sardığı, 9 Temmuz 1832'de 800 gez (528 m.) mesafeyi aşarak "kabza" alışından anlaşılıyor.
Yetişdirdiği talebeler arasında ilk hatırlanacak olan üçü şöyle sıralanabilir: Sâmi Efendi (1838 - 1912), Çarşanbalı Hacı Ârif Bey (ö. 1892), Şefîk Bey (1815 – 1880). Hattatımızın, Bayezid ve Sultan Ahmed câmilerinde, İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütübhanesi'nde ve Manisa Müzesi'nde zer-endûd veya yapışdırma altınla işlenmiş olan celî ta'lîkle büyük boyda levhaları mevcuddur. Konya Mevlânâ Müzesi'nde, üçer beyitlik altı levha hâlinde zer-endûd olarak hazırlanan hicrî 1271 (1855) târihli Mesnevî'nin ilk on sekiz beyti en mükemmel eserleri arasında yer alır (nr. 279-284). Topkapı Sarayı Müzesi Kütübhânesi'ndeki levhaları da şunlardır: G.Y. 413, 680, 915, 1339, 1340, 1557.
Kendisinin zamânımıza kadar gelebilen kitâbeleri de târihine göre şöyle sıralanabilir: Taksim/Yenişehir, Hacı İlbey Sokağı'nda Rıza Bey Çeşmesi 1249/1833); Kasımpaşa Mevlevîhânesi'nin semâhânesi 1250/1834. (Buranın yanması üzerine, kitâbesi kırılmış olarak 1979'da Galata Mevlevîhânesi'ne nakledilmişdir.); Sultanselim'de Mesnevîhâne 1260/1844; Eğrikapı'da Bezmiâlem Vâlide Sultan Mektebi 1260/1844; Gelibolu Mevlevîhânesi 1267/1851; Kabataş Limanı kitâbesi 1267/1851 (Denizin rutûbetiyle okunmaz hâle gelmişdir); Selimiye Kışlası 1269/1853; Dolmabahçe Câmii 1270/1854 (Kitâbe önceleri cadde üzerindeki avlu kapısı üzerindeyken, 1958'deki yol genişletmelerinde deniz tarafına nakledilmişdir); Teşvîkıye Câmii 1270/1854; Büyük Mecidiye (Ortaköy) Câmii 1271/1855.
Kabir kitâbesi olarak yazdıklarından da ancak şu ikisi bilinmekdedir: Babası Abdülkādir Bey'in Gülhâne Parkı karşısındaki Zeyneb Sultan Câmii haziresinde bulunan kabrinin kitâbesi 1262/1846; hocası Yesarîzâde Mustafa İzzet Efendi'nin Fâtih Câmii haziresindeki kabrinin kitâbesi 1265/1849. Ali Haydar Beyefendi, 28 HazÎran 1870 Salı günü eceliyle vefât etmiş ve Yahya Efendi Dergâhı'nın deniz tarafındaki hazîresine defnedilmiştir. Sâmi Efendi'nin celî ta'lîkle pek latîf bir tarzda yazdığı kitâbesinin metninde geçen "reisü'l-hattâtîn" lafzı herhâlde bir hürmet nişânesi olarak kullanılmışdır. Çünkü târihimizde bu unvanın resmen verildiği iki hattat biliniyor: Muhsinzâde Abdullah Hamdi Bey (1832 – 1899) ve Hacı Kâmil Akdik (1861 – 1941).
Ali Haydar Bey'in nüktedân bir mizaca sâhib olduğunu gösteren şu teşbîhini, Sâmi Efendi'den naklen hocam Necmeddin Okyay'dan işitmiştim: Kendisi, harfler hâricinde çok kullanılan hareke ve sâir tezyînî işaretleri elbise farz ederek sülüs hattını "çengi" ye, ta'lîk hattını da, yazı zemîninin çıplak kalışı sebebiyle "hamam oğlanı" na benzetirmiş!
Ali Haydar Beyefendi'nin hattına örnek olarak verilen levhada
"Eyle tevfîkıni, bû bendene Yâ Rab, refîk,
Kıl inâyet bana kim, ente velîyyü't-tevfîk"
beyti yer almaktadır.
Bu levha zer-endûd, yâni ezilip de mürekkeb gibi kullanılabilen altın mahlûlünün sürülmesi usûlüyle hazırlanmışdır. Böyle yazılar, hattatların elinden çıkmaz. Hattat, yazıyı kağıda yazdıkdan sonra, harflerin kıyısında iğne ile ince delikler açılır. Yazılar, tebeşirli çuha yardımıyla bu deliklerden, zer-endûd yapılacak koyu renkli zemîne geçirilir. Harf izlerinin içi, altın mahlûlünden fırça ile alınarak dikkat ve hassasiyetle müzehhibler tarafından doldurulur. Nitekim, bu levhanın, asıl kalıbının yazılışından 50 sene sonra, 1901 yılında müzehhib Trabzonlu Osman Yümnî (1839 - 1919) eliyle zer-endûd olarak hazırlandığı, etrafı çevreliyen yakışıksız tezyînâtın alt ortasında kayıtlıdır.
Bu kitabda görülen bütün zer-endûd eserlerin yapılışı, yukarıda basitçe anlatılan usûlle gerçekleştirilir. Lâkin müzehhib hattın inceliğine vâkıf değilse, yazı kültüründen nasîb almamışsa, ortaya bir hat felâketi çıkar! Onun için, celî üstadları, yazı kalıblarının olur olmaz kişilerin eline geçmesinden şiddetle kaçınmışlardır.
Prof. Uğur Derman
Resim 1: Ali Haydar Efendi'nin Yahyaefendi Dergâhı'ndaki mezartaşı
Resim 2: Ali Haydar Efendi'nin celî ta'lîk levhası