Resim-1'de gördüğünüz mustatil (dikdörtgen) tezhib örneğinin, aşağı yukarı beş asırlık bir geçmişi vardır. Sahibi olduğu yazma eserlerle iftihar ettiğimiz Topkapı Sarayı Müzesi Kütübhânesi-YY913'de saklı bulunan Kur'ân-ı Kerîm'den alınan bu 16x11 cm. eb'âdındaki zahriye, yapıldığı zamanki canlılık ve parlaklığı ile asırlara meydan okumaktadır; onu hazırlayan ellerin, cihanda nâm ü nişânı kalmamışsa ne çıkar?
XVI. asra kadar, mushafların baş tarafına, yâni Fâtiha sûresinden evvel gelen birkaç yaprağa, kitabın eb'âdına uygun dikdörtgen veya beyzî (oval), yâhud da yuvarlak tezhîb yapılması âdet idi. Zamanla terk edilen bu bezeme şekline, yeri îtibâriyle zahriye (zahr, sırt mânâsına geldiğine göre sırtlık demekdir) ismi verilir. Bâzan yalnız tezhîble bırakılır, bâzan da, içine bir âyet veyâ temellük kitâbesi (yani kitabın kime âid olduğunu gösteren ifade) yazılırdı. Birkaç sahîfe devâm eden zahriyeler de görülmüşdür. Nitekim, bu mushafın da, dört zahriyesi mevcûddur, fakat birini örnek olarak veriyoruz.
Zahriye hakkında şu îzâhat vesîlesiyle, yazma bir Kur'ân-ı Kerîm'in hazırlanışında emeği geçenlerin, evvelâ Allah'ın rızâsını tahsîl, sonra da maîşetlerini temîn husûsundaki gayretlerini belirtmeden önce, mushaf için lüzumlu ana malzemeden bahsedelim:
Kâğıd: Tercîhan, Şark'dan (bilhassa Hindistan'ın âbâdî kâğıdları) gelen ham kâğıd tabakaları, beyaz renk gözü yorduğu için, bazı nebâtî maddelerin (çay, soğan kabuğu, tâze ceviz kabuğu v.b.g.) kaynatıldıkları suya renk vermeleriyle, tekne içinde o suya batırılır ve böylece hafif renk kazandıktan sonra kurutulurlar. Bu kâğıtların üzerine, un veya nişasta pişmişi, yâhud şapla kestirilmiş yumurta akı sürülmekle âharlenmiş, yâni terbiye edilip cilâlanmış olurlar. Böyle bir kâğıda mürekkeple yazıldığı vakit, şayet hatâ varsa, kazımakla, hattâ yalamakla, iz bırakmadan çıkar. Eskiden, okumuş yazmış insanlar hakkında kullanılan "mürekkeb yalamış" tâbiri de bundan kinâyedir.
Üzerlerine sürülen âharin çatlamaması için, kâğıtlar, çakmak taşından yapılmış, iki kollu mühre denilen bir nev'i el presi ile mührelenir (Resim 2). Eğer bu yapılmazsa âharli kâğıdda شكاف şigâf denilen çatlaklar oluşur. En az altı ay dinlendirilen âharli kâğıtlara, eskidikçe daha güzel yazılır.
Mürekkep: Eski mürekkeplerimiz, bezir yağı, neft yağı, balmumu gibi yakıldığında is veren maddelerden, bin zahmetle çıkartılan isin suda eritilmiş arap zamkı (gummi arabicum) ile muayyen nispette karışdırılıp, uzun müddet havanda dövülmesiyle hazırlanır. Kısacası, eski mürekkeplerimiz, titizlikle elde edilmiş bir is süspansiyonudur ve kat'iyyen solmazlar.
Kalem: Diğer san'at yazılarında olduğu gibi, Kur'ân yazmak için de, kamış kalem kullanılmışdır (Resim 3). Bunlar, kalemtıraş denilen ve kalem açmak maksadıyle yapılan bir nevî keskin kalem bıçağı ile açılır, ağzı da yazılacak yazı kalınlığına göre kesilir (katt), ayrıca, mürekkebin akışını sağlamak üzere, bu ağız dikine çatlatılırdı (şakk).
Hattatlar, kaleme çok hürmet göstermişlerdir. Hattâ, bâzıları, ömür boyunca açdıkları kalemlerin yongalarını saklayıp, vefâtlarında, bunların yakılmasıyla ısıtılacak suyun, cenazelerinin gaslinde kullanılmasını vasiyet etmişlerdir. Kalem hizmetkârları için ne kadar mânâlı bir son temizlik değil mi?
Fazla yazmakla ağzı yıprandığı için, kamış kalem yerine, geçen asırdan îtibâren, cava kalemi ismiyle mâruf, Cava adasından gelen sert bir cins kamış, mushaf yazmakda kullanılmağa başlanmışdır.
Şimdi artık mushafımız, hattatın göz nûru ve el emeği ile kimbilir kaçıncı defa olarak vücûd bulmağa başlıyacakdır...
Kur'ân yazmakda XVI. asra kadar kûfî, muhakkak, reyhânî, sülüs, nesih gibi yazı çeşidleri, münferid veyâhud muhakkak-nesih, muhakkak-reyhânî, sülüs-nesih, sülüs-reyhânî gibi iki hat cinsi karışık olarak kullanılmış ise de, Kitâbullah için, ecdâdımızın zevkıne en uygun düşeni nesih hattıdır. Esâsen, Şeyh Hamdullah'dan (1429-1520) bu yana, diğer yazı cinsleri gibi nesih de, Osmanlı hattatlarının elinde bir kelebek kadar hafif ve rahat okunur hâle gelerek, dört asır boyunca daima tekâmül gösterir.
Her şeyden önce, mushafın ne büyüklükde yazılacağının tesbîti îcab eder. Büyükden küçüğe doğru, eb'âdına göre Kur'ân-ı Kerîm'lere şu isimler verilir: Câmi mushafı, Büyük kıt'a Kur'ân, Vezîrî kıt'a Kur'ân, Küçük kıt'a (sümün) Kur'ân, Sancak Kur'ânı (Sancağın tepesine takılan en küçük boy).
Âyetleri, satıra düzgün bir şekilde oturtmak îcab etdiğinden, her sahîfede bunun tahakkuku için mıstar denilen âlet kullanılırdı. Sahîfenin yazılacak sâhası ve satırların arası, ayrı bir mukavva üzerinde çizgiyle tesbit edildikden sonra, bu çizgilerin başından sonuna bir ibrişim iplik, iki ucu altdan dikişlenerek gerilir, böylece çizgiler kabartma bir hâle sokulur. İlâhî metnin yazılacağı her bir yaprak, daima aynı yere getirilmek şartı ile, bu mukavvanın üstüne konur ve parmaklar ibrişimlerin üstünde hafifçe dolaşdırılırsa, satır çizgileri iz hâlinde kâğıda çıkar (Resim 4). Böylece, her satır çizgisini teker teker çizmek külfetinden âzâd olunurdu.
Mushaflar, bütün eski san'at yazılarımız gibi, sağ diz dikilerek, altlık denilen düzgün bir zemin üstünde yazılırdı. Her sahîfedeki satır sayısı 11, 13, 15 olabilirse de, istisnaları yok değildir. Bir de, yine 15 satırlı olan ve bilhassa Kur'ân'ı hıfzedenler için kolaylık sağlayan âyet-berkenar mushaflar vardı. Bunlarda, sahîfenin sonuna gelen âyet mutlaka o sahîfede biter, yeni sahîfe başka bir âyetle başlar. Bu usûlün, ne zaman ve kimin tarafından tertîb olunduğu meçhul ise de, pek eski değildir.
Bizde âyet-berkenar mushaf yazmakda en çok tanınan hat üstâdı Hasan Rızâ Efendi'dir (1849-1920). Bu tarz, hattatın serbest yazmasına mâni olup onu kayd altına aldığından, ancak mecbur kalındığında benimsenmişdir.
Matbaanın bize girmediği devirlerde, ömrünü, sâdece mushaf yazıp çoğaltarak değerlendiren bir hattat zümresi vardı. Onların yazı yazmakdaki sür'atleri göz önüne alınırsa, birer canlı matbaa hükmünde oldukları daha iyi anlaşılır.
Daima Kur'ân kitâbetiyle uğraşmayan yazı üstâdları, tamamı 30 cüz (her cüz, 20 sahîfelik bir Kur'ân formasıdır) olan Mushaf-ı Şerîf'lerin onuncu cüzünden îtibâren yazmaya başlayıp nihâyete kadar bitirirlerdi. Sonra, Fâtiha'dan, yâni en başdan alarak onuncu cüze kadar olan kısım tamamlanırdı. Baş tarafın kemâle ermiş bir nesih hattıyla olabilmesi için bu yola gidilirdi. Zira, daha ibtidâî yazılan yerler, onuncu cüzden sona doğru azalarak kaybolurdu. Bu uygulamaya okuyanı aldatmak gibilerden bir mânâ verilmemesini bilhassa belirtmeliyiz. Çünkü bu sahifelerdeki yazı farkını sâdece hattatın gözü fark eder.
Her sahîfenin yazı kısmı tamamlanınca, daha ince kalemle, okumağa yardımcı olan harekeler, sonra yine başka bir kalemle ve kırmızı renkli surh mürekkebiyle secâvend denilen duraklama işâretleri konurdu. Bu arada, bir hatâ olup olmadığına bakılır, şâyet varsa o yaprak çıkartılırdı ki, bunlara muhreç sahîfe denilir.
Hattat, mushafın sonuna geldiğinde, duâ faslının dışında kendi adını (buna ekli olarak babasının adını) yazdığı gibi hocasını da belirterek duâya hepsini dâhil eder. Bu kısma ferağ kaydı, ketebe sahîfesi, imzâ sahîfesi, hâtime sahîfesi adı verilir (Resim 5). En nihâyete mushafın yazıldığı hicrî târih de konulur. Târihi ihmâl eden hattatlar da az değildir.
(Makâlenin devamı gelecek haftaya…)
Prof. Uğur Derman
Resim 1: Şeyh Hamdullah'ın yazdığı mushafın zahriyesinden biri (TSMK, YY913).
Resim 2: Kâğıt âharlendikten sonra bu görülen iki kollu mühre ile mührelenir.
Resim 3: Farklı eb'âdlarda kamış kalemler.
Resim 4: Mushaflarda satırları kabartma olarak gösteren mıstar.
Resim 5: Şeyh Hamdullah mushafının ferağ kaydı (TSMK, YY913). Bunun tezhîbi, sonradan Sami Necmeddin (1911-1933) tarafından işlenmişdir.