"Eczâcılık" ismiyle bildiğimiz tıbbî dalın yabancı dildeki adı "farmasötik" olup bir başka kullanılışı da "ispençiyârî" şeklindedir. Bu yazımızda eczâcılığın edebiyata aks eden misallerine değineceğiz.
Âdem babamız, cennetden dünyaya ihrâc edildikden sonra, gözyaşı ve feryâd şeklinde âraz gösteren, sebebiyle devâsı aynı şey olan bir derde yakalanmışdı, Havvâ'sını arıyordu. Babalarının yolundan ayrılmayan Âdem oğullarının da kendilerini kurtaramadıkları bu derdin zaman ve zemîne göre te'sîr derecesi değişdi. Bâzısı zevk alıp:
Aşk derdiyle hoşem, el çek ilâcımdan tabîb…
diyerek devâsından vazgeçdi ammâ, yine de:
Aşk derdinin devâsı kābil-i derman değil
Terk-i cân derler bu derdin mûteber dermânına.
diye inlemekden kendini alamadı. Denilebilir ki, terk-i cân etmenin ilâc yerine geçtiği nâdir hastalıklardan biri de, aşkdır. Bir başkası, dermânını bulduğunu zannederken, derde tutulduğunu nasılsa fark edebilmiş de, bakınız ne diyor:
Derd oldu şimdi başıma derman sandığım
Bir âfet oldu cânıma, cânân sandığım.
Aşkın meslekimize en uygun târifini Yahya Kemal Bey (1884-1958) yapmıştır:
Cümle lezzetden leziz, iksirsin ey zehr-i aşk
Zevkı derdinden alan her rûh, dermandan geçer.
Ne çâre ki, insan oğlunun derdi bu kadarla kalmıyor. Keşki "Belâ-yı aşk ile her gün ölüp dirilse idik" de başka derdlerimiz olmasaydı… Eczâcılığın tabâbetden ayrılmadığı geçmiş asırlarda, şâir bir meslekdaşımız:
İhtiyârımla aceb ben hiç olur muydum tabîb?
Ger bileydim âlemin bunca devâsız derdini!
beyti ile hislerini hakîmâne bir sûretde ifâde etmiş. Hem de:
Ömür bünyâdı nefesdir, ya'nî bâd
Bâd olan bünyâde etme i'timâd!
gibilerden, hayatı umursamayan bir felsefenin hüküm sürdüğü devirlerde…
Ya zamanımız için ne buyrulur? Yapılan araştırmalar, hayatımıza kasd eden hastalıkların nâmütenâhî olduğunu gösteriyor ve 21. asrın maddî havası içinde bile Muhibbî'nin (1495-1566):
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi…
beytindeki hikmeti daha iyi anlamamıza vesîle oluyor (Resim 1).
Farmasötik tâbirleri -belki de ilk def'a- edebiyâtımıza yıllarca evvel Mehmed Âkifimiz (1873-1936) getirmiştir. Amansız bir derde yakalanan hasta talebeyi hekim muâyene ediyor:
Öksür oğlum, nefes al, alma nefes, oldu; giyin,
Bakayım nabzına, âlâ, sana yavrum kodein
Yazayım, öksürüyorsun, o keser, pek iyidir.
Arsenik hapları al, söylerim, eczâcı verir.
Muâsır şâirlerimizden Üsküdarlı Tal'at Bey (1858-1926) merhum da eterden müştekidir:
Yok mu bir başka ilâcın, gayrı ey doktor yeter!
Altı aydan fazladır, aldım gece-gündüz eter.
ve beşerî devâlardan ümîd kalmayınca -Âh bu ümîd! Ondan ümîdimizi ne zaman keseceğiz, bilmem- Yaradan'ına sığınır:
Yat serîriyyâtına Tal'at, Hakîm-i Mutlak'ın
Bak nasıl âcil devâ, gökden iner, yerden biter!
Zâten derdine devâ bulamadıktan sonra, cicili biçili kutularla dolu eczâhâneye bakan bir hastanın:
Turfa dükkân-ı hikem bu gühen çarh-ı felek
Ne ararsan bulunur derde devâdan gayrı…
demesi haksız mıdır? (Resim 2)
Bakın, bir mes'ele daha var, bırakalım onu da şâir söylesin:
Zinde ten, âzâde meşreb, bahtiyârân-ı kirâm
Doktorun görmez yüzün, eczâcıya vermez selâm!
Sizler de, inşâallah hayatda doktor yüzü görmeyen bahtiyârlardan olursunuz ammâ, birbirinize selâm vermeyi ihmâl etmeyiniz efendim.
Prof. Uğur Derman
Resimaltı:
R 1: Necmeddin Okyay'ın hicrî 1376 (1956) tarihli celî ta'lîk levhası.
R 2: Halim Özyazıcı'nın hicrî 1359 (1941) tarihli celî ta'lîk levhası.