Arama

Zekeriya Erdim
Nisan 1, 2021
İnsan haklarının hakikati
Sesli dinlemek için tıklayınız.

Bilimin, teknolojinin, medya-iletişim araçlarının baş döndürücü düzeyde geliştiği modern dünyada; anlamakta ve yorumlamakta zorlandığımız garip bir "körlük-sağırlık-dilsizlik hali" var. İdrak pencerelerinin önlerine öyle kalın tüller, perdeler çekilmiş ki; insanların büyük bir çoğunluğu, kendileri için hayati derecede önemli olan meselelerin bile hakikatlerini görmüyor, duymuyor, bilmiyorlar.

Büyüyen, gelişen, insanlık için yeniden "medeniyet nöbeti" tutma sorumluluğunu üstlenme yolunda adım adım ilerleyen bir ülkenin ve toplumun bilim adamları, aydınları yöneticileri yahut tebası olarak; "öğretilmiş acizlik" sosyolojisinin ve psikolojisinin oluşturduğu bu sanal engeli aşmalıyız. Önce kendi tarihimizin, kültürümüzün, medeniyetimizin üzerine serilen örtüleri kaldırıp kaybettiğimiz değerleri geri kazanma; sonra, o değerleri günümüz sorunlarına çözüm üretecek şekilde güncelleyip dünyanın ve insanlık âleminin hizmetine sunma seviyesine ulaşmalıyız.

Bu durumu, "insan hakları" meselesi üzerinden, kısaca ele alalım. Kültürler ve medeniyetler arasındaki muazzam farka bir göz atıp; gafletin ya da ihanetin boyutlarını anlayalım.

BATIDA İNSAN HAKLARI

Batı kültür ve medeniyeti, M.S. 350 yılında başlayıp 1453'te İstanbul'un fethi ile sona eren Orta Çağ tarihi boyunca; temel insan haklarının ve özgürlüklerinin ayaklar altına alınıp çiğnendiği çok acıklı olaylarla, durumlarla doludur. İlk çağlarda sadece "devletin malı" olarak görülen ve bilinen insan; Orta Çağ'da, kıralların kayıtsız şartsız hakimiyetlerine dayanan devlet ile bağnaz ruhbanlar sınıfının iktidar ihtiraslarına kurban edilen kilisenin ortak kuludur.

İnsan hak ve özgürlükleriyle ilgili ilk yazılı metin olduğu söylenen, modern zamanların bu alandaki gelişmelerine ve sözleşmelerine de ilham kaynağı olduğu iddia edilen "Magna Carta"; 1215 yılında düzenlenmiştir. İngiliz soylularının ve ruhban sınıfının, gücünü kötüye kullanan İngiltere Kralı Birinci John'a karşı verdikleri iktidar mücadelesinin sonucu olup; halka değil, güçlü azınlıklara bazı haklar verilmiştir.

Felsefe ve teoloji tarihi alanlarındaki çalışmalarıyla tanınan İskoç filozof Alasdair Chalmers Macıntyre, mealen diyor ki; "Onbeşinci yüzyıla kadar, hiçbir Batı dilinde, bu günkü anlamda hak kavramı yoktu". Daha da garibi; "İnsan hak ve özgürlüklerinin var olduğuna inanmak, cadılara ve hayali yaratıklara inanmakla eş değerde görülüyordu".

Dillerine girmesi ile hallerine intikal etmesi arasından da asırlar geçti. Bir kültür ve medeniyet değeri olarak değil; sosyal ve siyasal şartların zorlaması ile gelişti

Batı toplumlarında, "insan hakları" meselesi; yirminci yüzyılın ikinci yarısında gündeme geldi. Buna da 1939-1945 yılları arasında yaşanan İkinci Dünya Savaşı sırasındaki insan hakları ihlalleri ve sivillere yönelik kötü muameleler vesile oldu.

1944 Yılında, Dumbarta Oaks'ta Birleşmiş Milletler'in ilk taslak metnini oluşturmak için bir araya gelen ABD, Sovyet Rusya, Çin ve Birleşik Krallık (İngiltere) gurubunun amacı insan haklarını teşvik ve temin etmek değil; kendi aralarındaki ve hakimiyet alanlarındaki barışı, güvenliği devam ettirecek bir düzen kurmaktı. Çünkü, insan hak ve özgürlüklerini benimsemek; her birinin, içeride "baskıcı", dışarıda "sömürgeci" uygulamaları ile uyuşmayacaktı.

Nitekim, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 10 Aralık 1948 tarih ve 217 sayılı kararıyla ilan edilen "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi"; bu gün de Avrupa'nın, Amerika'nın, Çin'in, Rusya'nın insan hakları ihlallerine engel olmuyor. Sadece, doğrudan ya da dolaylı olarak işgal edip sömürdükleri ülkelerin devletlerini ve toplumlarını istedikleri kalıba sokmak için; "sihirli değnek" gibi el altında tutuluyor.

BİZDEKİ KARŞILIKLARI

Aslında, tahrif edilmemiş tüm ilahi dinlerde ve o dinlerin yaşandığı toplumlarda; insan, "eşref-i mahlukat" (yaratılmışların en şereflisi) olarak anılmış ve tanımlanmıştır. Bu tanıma uygun olarak; "insan hakları ve özgürlükleri" Allah'ın emri ile hükme bağlanmış, Peygamber'in sünneti ile bizzat uygulanmıştır.

Hz. Muhammed(sav)'in Mekke'den Medine'ye hicretinden hemen sonra, 622 yılında kaleme alınan "Medine Vesikası"; Batılı araştırmacıların da içinde bulundukları bilim adamları tarafından, "tarihte varlığı tespit edilebilen ilk yazılı anayasa" olarak anılmaktadır. Diğer kapsayıcı ve kuşatıcı özelliklerinin yanı sıra; şehir devletinde birlikte yaşayan Müslümanların, Yahudilerin, Hıristiyanların, putperestlerin din ve vicdan hürriyetleri ile can, mal, namus emniyetlerini teminat altına almaktadır.

On yıl sonra, Peygamber Efendimiz'in 632 yılındaki Veda Haccı sırasında gerçekleştirdiği "Veda Hutbesi" de muhtevası bakımından bir "insan hakları evrensel beyannamesi" gibidir. Kendisine gönülden tabi olup, "ashab" sıfatını almış büyük bir kalabalığa seslenerek; insanın ve toplumun aleyhine olan şeyleri yasaklamış, lehine olan şeyleri emretmiştir.

Öte yandan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi'nin yazarı Osman Turan'ın beyanına göre; 11. yüzyılda İslamiyet Türklerin umumi ve milli dini olmaya başladıktan sonra, yeniden büyük ve güçlü imparatorluklar kurulmuştur. Onların mizaçlarına, tarihi ve kültürel kimliklerine uygun düşen bir din olduğu için; maddi ve manevi yükselişlerinin kaynağı haline gelmiştir.

W. Barthold'un beyanına göre ise; insan hak ve özgürlükleri, İslamiyetten önceki Türk devletlerinde ve toplumlarında da vardı. Yöneticiler, cebir ve şiddet uygulamalarından uzak duruyor; toylarda, kurultaylarda halkın iradesine başvurup onayını alıyorlardı.

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde; şahlar, padişahlar milletin "aile babası" olarak görülüyordu. Kadın, erkek, çocuk, genç, yetişkin, yaşlı, zengin, fakir, alim, cahil, Müslüman, gayrimüslim, Türk, Kürt, Arap, Acem, Rum, Ermeni ayırımı yapılmadan halkın temel ihtiyaçları karşılanıyor; herkese ve her kesime, adalet ölçüleri içinde huzur ve güven hizmeti veriliyordu.

Savaş esirlerine iyi muamele yaparlar; fethettikleri ülke ve bölge halklarının din ve vicdan hürriyetini, can ve mal emniyetini, namus ve ahlak güvenliğini temin ederlerdi. Gittikleri yerlere, sömürmek için değil; zulmü ve haksızlığı önlemek, huzuru ve güveni sağlamak için giderlerdi.

Sözün özü; bu bağlamda, sayılamayacak kadar çok örneğimiz ve öykümüz var. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de diğer ülkeler ve toplumlar, insan hakları konusunda bizim "hocamız" değil, "talebemiz" bile olamazlar.

Zekeriya Erdim

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN