Bizim inancımızda, anlayışımızda, yaşayışımızda; "Müminler, birbirlerini yıkayan eller gibidir". Şüphesiz, bu tanım; nikâh bağı ile bağlandığımız, varlığı ile çift kanatlı hale gelip tamamlandığımız eşlerimiz için de geçerlidir.
Hanelerden birinde, hanımefendilerden biri; eşi ile baş başa muhabbet etmekteydi. İnsan, Müslüman, eş, baba, kardeş, akraba, dost, arkadaş sıfatıyla sahip olduğu iyilikleri, güzellikleri sayıp sıraladıktan sonra; zayıf yanlarına ve yönlerine de vurgu yaparak, "Allah'a kulluk ve ibadet konusunda biraz daha derinleşebilsen ne güzel olur" deyiverdi.
Bu nazik ve kibar ikaz, bir "tefekkür" vesilesi oldu. Adamın aklında ve gönlünde; halini ve hayatını yeniden hesaba çeken, "muhakeme ve muhasebe meclisi" kuruldu.
İşe bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek işlediği günahlar için "pişmanlık, tövbe, istiğfar" nidaları ile başladı. "Ağlamak istiyorum; / ruhum arınsın da nefsimden, / dökülsün diye damarlarımdaki zehir. / Ağlamak istiyorum; / yağmurlu gecenin sabahı gibi, / yıkansın diye bakışlarımdaki kir" mısralarını okuyarak; sular, seller gibi ağladı.
Arkasından; "kavli ve fiili dua" safhası geldi. Denize koşan dereler gibi; bir kez daha, âlemlerin rabbi olan Allah'a yöneldi.
Nefsinin ve neslinin, elest bezminde verdiği söze sadık kalan kullardan olması için; canı gönülden niyazda bulundu. "Emelim saadetti-sükûnetti gerçi, / amelim deli rüzgârlara boğuldu, / tepelerde dolandım; / indir dağ dibine durult beni. / Çıkışım imbik kayalardandı gerçi, / akışım çorak topraklardan oldu, / çamurlara bulandım; / daldır rahmetine arıt beni" diye yalvarıp durdu.
Malum olduğu üzere, bir konuda "derinleşmek"; meselenin kökünü bularak, özüne vâkıf olarak "gerektiği gibi anlamak, kavramak, yaşamak, temsil etmek, tebliğ etmek" demek. Cevizin yeşil kabuğunu soyduktan ve tahta kabuğunu kırdıktan sonra; içini çıkarıp, afiyetle yiyebilmek.
Bir bitkinin ya da ağacın boyu; toprağın altındaki ve üstündeki uzantılarının toplamı kadardır. Yerin derinliklerine ne kadar "kök" salarsa, göğün yüksekliklerine de o kadar "dal" uzatır.
Hz. Ömer'in rivayet ettiği, meşhur Cibril hadisinde; "İslam, iman, ihsan" kavramları ayrı ayrı ele alınıp anlatılmış. Hucurat Suresi ayet 14'de ise; "mümin olduk" diyen bedevilere, henüz imanın gönüllerinde yerleşik hale gelmediği gerekçe gösterilerek, "müslim olduk" demeleri hatırlatılmış.
Bu ve benzeri ayetlerden, hadislerden anlaşılan o ki; kulluğun ve ibadetin "lafzı, manası, maksadı" var. İnsanlardan "İslam" dairesine girenler "teslim" oluyor, "iman" dairesine girenler "mümin" sıfatı alıyor, "ihsan" dairesine girenler "Allah'ı görür gibi kulluk ve ibadet" ediyorlar.
Merhaleleri aşmak, sınavları geçmek; "ilim ve hikmet, ahlak ve anlayış, duruş ve yaşayış" sahibi olmayı gerektiriyor. Bu durum, akıllara; "derin sulardaki doğal inciler" teşbihini, temsilini getiriyor.
Ehlinin verdiği bilgi ve beyana göre; değerli mücevherlerden olan bu parlak madde, büyük denizlerin ve okyanusların 15-45 metre derinliklerinde, istiridyelerin içlerinde oluşur. Kum taneleri ve sedef zerrecikleri; mikroorganizmaların müdahaleleriyle, zamanla inci tanelerine dönüşür.
Ancak, bulunması ve alınması; çakıl taşı toplamak kadar kolay bir iş değildir. Önce, derinlere dalıp toplayabilecek eğitimli dalgıçları; sonra da onlara takı, aksesuar, ziynet eşyası kimliği kazandırabilecek mücevher ustalarını gerektirir.
Ayrıca, sık kullanılan inci, kendisini yenileyerek parlaklığını ve değerini korur; az kullanılan yahut uzun süre kapalı alanlarda tutulan inci, parlaklığını kaybedip matlaşır ve değeri düşer. Sanat tarihi ve tarihçileri nezdinde; inci, "diriliş" ve "güç" gibi unsurları sembolize eder.
Öte yandan; incinin "doğal" olanının yanında, "yapay" olanı da var. Denizlerin derinlerindekiler talebi karşılamaya yetmeyince; bir yerlerde "istiridye çiftlikleri" kurup, aslının yerini tutmayan, tutamayan kopyalar üretiyorlar.
Kulluk ve ibadet konusunda derinleşmek; derin sulara dalıp inci toplamaya benziyor. Doğalı bulunup ortaya çıkarılmadığı zaman; yapayına daha çok itibar ediliyor.
Ancak; dalgıçlık eğitimi alma, derin sulara dalıp doğal incileri bulma konusunda bize rehberlik, önderlik ederek yol gösterecek "akil, makul, mutedil" muhatapların kimliği konusunda zorlanıyoruz. Meşhur olan yanlışlar, unutulan doğruların önüne geçtiği için; çoğunlukla, "ifrat" ile "tefrit" arasında tercih yapma ya da yapamama durumunda kalıyoruz.
Derinde yüzsek, nefes darlığına düşüp boğulma; sığ yerde yüzsek, suyun taşıma gücünden mahrum kalıp yere çakılma tehdidi ve tehlikesi içindeyiz. Oysa biz; engin denizlerde dalgalarla boğuşup, uzak diyarlara doğru kulaç atmanın peşindeyiz.
Şüphesiz, en olumsuz şartlar altında bile; çareler tükenmiş değildir. "İnsan, bildikleri ile amel ederse; Rabbi ona, bilmediklerini de öğretir".
Hanımefendi ve beyefendi; her zaman olduğu gibi, gözlerini ve gönüllerini, yegâne yardım kapısı olan Allah'a çevirdiler. Kavli ve fiili dualarla, Peygamber'in (sav) ayak izlerini takip eden adımlarla; derinlerdeki doğal incileri bulup alma niyeti, gayreti içine girdiler.
Şimdilerde, dillerinde ve derunlarında Peyami Safa'nın bir sözü var. Tıpkı O'nun gibi; "İlim ile ileriye, din ile doğruya, sanat ile güzele gidilir" deyip birlikte yürüyorlar.