Varlık âleminin ortak dili, sevgi ve ilgidir. Duygu, düşünce, davranış kalıpları içinde hayata geçerek kendisini göstermeli, hale dönüştüğünü belli etmelidir.
Şüphesiz, biz yarattığı herkes ve her şey için "şefkatlilerin en şefkatlisi, merhametlilerin en merhametlisi" olan Allah'ın kullarıyız. Millet olarak, ümmet olarak insanlar, hayvanlar, bitkiler, canlı ve cansız tüm varlıklar için "şefkat ve merhamet elçisi" olarak gönderilen peygamberlerin izinden giden bir ecdadın torunlarıyız.
Yaradan'ın rızası için yaratılanlara merhamet etmezsek, O'nun da bize merhamet etmeyeceğine inanırız. Komşumuz açken biz tok yatıp, dışlananlardan olmayalım diye elimizde fileler, sırtımızda koliler ile köşe bucak dolanırız.
Ancak Allah'ın gücü ve imkânı sınırsız, kulların gücü ve imkânı sınırlıdır. Kaldırma kabiliyetinin ve kapasitesinin üstünde yük yüklenen kişilerin, kurumların, ülkelerin, toplumların; nefesi kesilir, dizi bükülür, beli kırılır.
Sosyologlar, psikologlar, davranış bilimi uzmanları buna "şefkat ve merhamet yorgunluğu" diyorlar. İyilik ve yardımda aşırı gitmenin, herkesin derdini kendisine dert etmenin belirli bir noktadan sonra bitmeye, tükenmeye, tıkanmaya yol açtığını söylüyorlar.
Doktorlarda, hemşirelerde, psikologlarda, psikiyatristlerde, iyilik ve yardım çalışmalarına katılan gönüllülerde; bu hal daha çok görülüyor. Şefkate ve merhamete muhtaç olan muhatapların durumları içselleştirilip duygusal olarak, onların kalıplarına giriliyor.
Din-devlet-vatan-millet savunması için seferber olan, uzun süre sosyal ve siyasal mücadelelerin içinde bulunan kimseler arasında da çok sık rastlıyoruz. Şefkat ve merhamet yorgunluğu yüzünden, zayıf düşüp kenara çekildiklerinde; değiştiklerini, dönüştüklerini, dertlerinden ve davalarından vazgeçtiklerini sanıyoruz.
Merhametten maraz doğduğuna dair örnekler ve öyküler var. Bazı tembeller, avareler, asalaklar; iyi niyetleri istismar ediyor, fedakârlıkları sömürüyorlar.
Bunu organize iş haline getirenler bile oluyor. Dilenciliği meslek edinenler yüzünden, gerçek ihtiyaç sahipleri gölgede kalıyor.
Ülke ve toplum olarak da şefkat ve merhamet yorgunluğu yaşıyoruz. Yıllardır, hatta asırlardır; Türk ve İslam dünyasının yükünü taşıyoruz.
Şüphesiz, Peygamber Efendimizin (sav) beyan ettiği gibi "Veren el, alan elden hayırlıdır". İyilik etmek, yardım yapmak; dostluk ve kardeşlik hukukunu geliştirir, ahiret azığımızı artırır, güç ve itibar kazandırır.
Ancak, kendimize sormamız ve cevabını vermemiz gereken bir soru var. "Kime, ne zaman, nasıl, ne kadar, nereye kadar?".
İlkesiz, ölçüsüz, kontrolsüz, kesintisiz yapılan iyilik ve yardımlar; "gönüllü" olmaktan çıkıp, "görev" oluyor. Tutan elin tutma kabiliyeti ve kapasitesi kayboluyor; "kendisi himmete muhtaç bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede" denecek hale geliyor.
Bu yolda ve yolculukta; nikâhlı eşini, nüfusuna kayıtlı çocuklarını, ekmek kapısı olan işini, tanımlanmış sorumluluklarını ihmal ederek dışarıda "hizmet" için koşturan kimseler görüyoruz. Takati kesildiğinde, gücü ve imkânı sona erdiğinde; kendisinin ve yakınlarının, perişan durumlara düştüklerine şahit oluyoruz.
Böyle örnekler ve öyküler sebebiyle, edinilen tecrübelerin sonucu olarak; atalarımız, "Eve lazım olan, camiye caiz değildir" demişler. Sevginin, ilginin, iyiliğin, yardımın; öncelik ve önem sırasına göre, yakından uzağa doğru dağıtılması gerektiğini söylemişler.
Ayrıca birilerinin sırtına binmeye alışanlar, yürümeyi unutuyorlar. Kendi ayakları üzerinde durma kabiliyetini ve kapasitesini kaybedip; giderek "kötürüm" oluyorlar.
Onun için; "ihtiyaç sahibi kimselere sürekli balık ikram etmek yerine, balık tutmayı öğretmek" bir ilke haline getirilmiş. Tamamen aciz duruma düşenlerin dışındaki herkesin; "tüketici" olmaktan kurtarılıp, "üretici" hale getirilmesi tavsiye edilmiş.
Şefkat ve merhamet yorgunluğu içine düşen kişilerin ve kurumların, ülkelerin ve toplumların; eğer bu durumdan kurtulup eski performanslarını yeniden yakalamak istiyorlarsa, üç aşamalı bir uygulama yapmaları gerekiyor. Gündemlerine giren, maddi ya da manevi yük haline gelen konuları öncelik ve önem sırasına koyup; lüzumsuz angarya olanları "siyah" alana atmaları, bir nebze lazım olanları "gri" alanda tutmaları, kayıtsız şartsız elzem olanları "beyaz" alana istif etmeleri icap ediyor.
Bunun bir başka ifadesi; en kolay ve en fazla "değer" üretebilecekleri alanlara, konulara yönelmek. Çok şeyi, yarım yamalak yapmak yerine; az şeyi, en güzel şekilde yapacak hale gelmek.
Unutmayalım ki; âlemlerin ve içindekilerin sahibi Allah'tır. Bizim yetişemediğimiz yerlere; başka kullarını istihdam ederek, O el atacaktır.
Biz O'ndan daha güçlü, daha şefkatli, daha merhametli değiliz. Sorumluluklarımızla birlikte, sınırlarımızı da iyi bilmeliyiz.
Zekeriya Erdim