Biz, tüm aile bireyleri; ortalama altı ayda bir, tepeden tırnağa "hacamat" yaptırıyoruz. Bir yandan, "sünnet" olduğunu biliyor; öte yandan, "sağlık" açısından faydalı olduğuna ve olacağına inanıyoruz.
İnancımızı doğrulayan, destekleyen örneklerimiz ve öykülerimiz oldu. Yakın çevremizde gördüğümüz hastalardan ve hastalıklardan bazıları, sülük ve hacamat uygulamaları ile şifa buldu.
Bu gelenek; tarihin en eski devirlerinden, kavimlerinden, medeniyetlerinden bu yana var. Eski Çağ döneminin ünlü hekimleri; benimsemiş, uygulamış, klasik tıp kitaplarında uzun uzun anlatmışlar.
Özellikle 17. yüzyılda, çok yaygın bir uygulama haline gelmiş. Dönemin yetkilileri tarafından; tüm hekimlerin, kan alma usulünü bilmelerinin şart olduğu belirtilmiş.
O zamanlar, her hastalığın kandan kaynaklandığı yahut kanla ilgisinin olduğu kanaati varmış. Hacamat; hem önleyici, hem de tedavi edici sağlık hizmeti olarak uygulanmış.
Temel kaynaklardaki rivayetlere baktığımızda; İslam toplumunda, Hz. Peygamber (SAV) zamanında da olduğunu görüyoruz. Kendisinin yaptırdığını, başkalarını da teşvik ettiğini biliyoruz.
Son yıllarda, modern tıp dünyası da sülük, hacamat gibi geleneksel tedavi metotlarını incelemeye, irdelemeye, uygulamaya yöneldi. Sağlık bilimleri mezunlarından bazılarına, "geleneksel ve tamamlayıcı tıp uygulamaları" konusunda eğitimler verip; hastanelerde özel bölümler açma noktasına kadar geldi.
Türkiye'de, Sağlık Bakanlığı; özel bir yönetmelik hazırlayarak, 27 Ekim 2014 tarihli Resmi Gazetede yayınladı. Böylece, sürece müdahil oldu; hem resmiyet kazandırdı, hem söz konusu uygulamaların çerçevesini çizip tanımladı, hem de kontrol altına aldı.
İlgililerin verdikleri bilgi ve beyanlara göre; hacamatın pek çok faydası var. Yazılı ve sözlü olarak, detaylı bir şekilde anlatıyorlar.
Karaciğer, dalak ve kemik iliği gibi organları uyarıp; kan üretimini düzenliyormuş. Ayrıca, bu organlarla ilgili hastalıkların tedavi edilmesine de yardımcı oluyormuş.
Tıkanmış damarları açar ve temizler, kan akışını kolaylaştırır; yüksek tansiyonun ve kolestrolün seviyesini düşürürmüş. O zaman, kan damarları; organlara daha sağlıklı bir şekilde besin ve oksijen götürürmüş.
Kas ve bağ dokusundaki esnekliği artırır; kramp girmesini ve kulunç oluşmasını önlermiş. Baş, boyun, bel ve eklem ağrılarının giderilmesine yardım edermiş.
Göze canlılık verir, görme kabiliyetini artırırmış. Yaraların iyileşmesini, ülser hastalığının tedavi edilmesini kolaylaştırırmış.
Dokularda ve kanda bulunan toksinlerin (yani mikro organizmalar tarafından salgılanan zehirli maddelerin) atılmasına yardımcı olduğu da söyleniyor. Bu sayede vücudun bioelektrik enerjisi artıyor, aurası yoğunlaşıyor; insan daha zinde hale geliyor.
Sadece biyolojik değil, psikolojik hastalıkların tedavisine de yardımcı oluyormuş. Eskiden beri; akıl, ruh, sinir hastalarına da destekleyici bir unsur olarak uygulanıyormuş.
Bütün bunların sonucu; bağışıklık sisteminin güçlenmesi, bünye direncinin yükselmesi. Hücrelerin, dokuların, organların, organizmanın; genel anlamda, daha sağlıklı hale gelmesi.
İşin doğrusu; biyolojik varlığımızla birlikte sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik, dini, ideolojik hayatımızın da "genel sağlık taraması" düzeyinde bir "hacamat" uygulamasına ihtiyacı var. Çünkü kişiler ve kurumlar, ülkeler ve toplumlar; zaman içinde kirleniyor, zehirleniyorlar.
İnsan vücudunun ana unsuru kan; devlet ve toplum hayatının ana unsuru insan. Her ikisi de en ince damarlara, en ücra alanlara kadar ulaşabilecek derecede akışkan.
İnsan da kan gibi gittiği yerlere canlılık, hareket, bereket götürüyor. Hayatın bütün alanlarında ve konularında, başköşeye oturuyor.
O olmasa, hiçbir iş ve işleyiş olmazdı. Varlık âlemindeki muazzam denge ve düzen kurulmazdı.
Ancak, fıtratında iyiliğin de kötülüğün de tohumları var. İçinde bulunduğu çevre ve ortamlar hangilerini beslerlerse, onlar daha çok büyüyorlar.
Dâhili ve harici sebeplerin etkisiyle, bünyesinde toksinler oluşuyor. Gönlüne gölge, alnına leke düşüyor.
İşte bu yüzden; insan unsurunun bulunduğu her yapıya, ara sıra hacamat uygulaması yapmak gerekir. İçimizde biriken kirleri akıtmak, zehirleri atmak; bünye direncimizi yükseltecek, bağışıklık sistemimizi güçlendirecektir.
Aksi takdirde, varlığımızı devam ettirmekte zorlanırız. Motoru istop etmiş araba gibi, yarı yolda kalırız.
Zekeriya Erdim