Üç kıta yedi denizden çekilip, Anadolu yarımadasına sığınmak zorunda kalışımızdan sonra kurulan yeni Türkiye'nin radikal değişimlerinden biri; "harf devrimi" olarak anılan kültür darbesiydi. Anlamı ve açılımı bakımından; "devletin ve milletin yönünü değiştirme" çalışmalarının en çarpıcı hamlesiydi.
1 Kasım 1928 tarihinde, TBMM'de "Osmanlı alfabesinin terk edilmesi ve Latin alfabesine geçilmesi" istikametinde bir karar alındı. Bu karar, 3 Kasım 1928 tarihli Resmi gazetede; "Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun" adıyla yayınlandı.
O gün bu gündür; lehinde ve aleyhinde görüş bildirilerek tartışılıyor. Zaman zaman, siyasi ve ideolojik yaklaşımlarla; hakikat çerçevesinin dışına çıkılıyor.
Değişimin 94. yıldönümünde, konuya bir kez daha bakalım. Nereden nereye ve nasıl geldiğimizi hatırlamış ve hatırlatmış olalım.
Türk milleti, 10. yüzyılda İslam'la tanıştıktan sonra özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, "dinin hadimi, ümmetin hamisi" haline gelmişti. Bu yönelişin doğal sonucu olarak; "din diline-kültürüne erişimi kolaylaştırmak ve diğer Müslüman topluluklarla ilişkiyi geliştirmek" amacıyla, bizim "Kur'an alfabesi" dediğimiz "Arap alfabesi" tercih edilmişti.
Aslında Türkçeye uyumunu sağlamak için, zamanla bazı değişiklikler de yapıldı. Giderek farklı bir kimlik kazandı; dil ile alfabenin ortak ifadesi olarak, "Osmanlıca" adını aldı.
Bin yıla yakın bir süre bilim adamları, aydınlar, sanatçılar telif ya da tercüme eserlerini bu alfabe ile yazdılar. Devlet adamları adli ve idari icraatlarını, bu alfabe ile kayıt altına aldılar.
Yusuf Has Hâcib'in 1069-1070'de yazdığı "Kutadgu Bilig" adlı eser; dönemin Karahanlı Hükümdarı Tavgaç Uluğ Buğra Han'a sunuldu. Asırlar boyu Türk dilinin, edebiyatının ve kültür tarihinin en önemli kaynaklarından biri oldu.
İnsanın, dünya ve ahiret saadetine ulaşmak için takip etmesi gereken yolu ve yöntemi göstermek amacıyla kaleme alınmıştı. Kur'an, sünnet ve diğer İslami kaynaklara dayandırılarak, var oluşumuzun anlamı ve amacı tahlil edilmiş, devlet-toplum bütünlüğü içinde, bir "hayat felsefesi" tanımı yapılmıştı.
Binlerce beyitten meydana gelen ve bilinen üç nüshasının biri Uygur, ikisi Arap harfleri ile yazılmış olan bu nadide eserin alfabesi, aynı alfabeydi. Dili ise o gün geçerli olan Türkçeydi.
Alanının en eski araştırmacısı olan Kaşgarlı Mahmud, kendisini Türk diline ve kültürüne adadı. 1057-1072 arasında, bu dilin konuşulduğu bütün coğrafyaları dolaşıp belge ve bilgi topladı.
Sonunda, Türkçenin en eski sözlüğü olan "Divanü Lügâti't-Türk" ortaya çıktı. Arkasında, paha biçilemeyecek derecede büyük bir kaynak eser bıraktı.
O'nun da dünya görüşü; Kur'an ve sünnete dayanıyordu. Türklerin, "nizam-ı âlem" yolundaki tarihi rolüne yürekten inanıyordu.
Türk dilinin dillerin en zengini olarak bilinen Arapça ile at başı yürüyebilecek kabiliyete sahip olduğunu ispatlamaya çalışmıştı. Doğal olarak, O da eserini aynı alfabe ile kaleme almıştı.
Hayatı hakkında pek çok rivayet, menkıbe, efsane bulunan ve şiirleri yahut ilahileri Türk-İslam coğrafyasının tamamına yayılan Yunus Emre'den bize miras kalan iki temel kaynağın bulunduğunu biliyoruz. "Risaletü'n-Nushiye" ve "Divan" adlı eserlerin, 1307 yılına kadar uzanan eski nüshalarına baktığımızda onların da aynı alfabe ile yazıldığını görüyoruz.
Bu tarih, kültür, medeniyet zincirine eğer istersek, binlerce halka daha ekleyebiliriz. Onun yerine radikal değişimin kendi döneminden örnekler vermeyi tercih edebiliriz.
İstiklal Harbi sonrasında, millet iradesinin temsilcisi olan "Birinci Meclis" mensupları; 23 Nisan 1920 tarihinde bir araya gelmişti. Bütün dünyaya, tek yürek-tek bilek mesajı verilmiş; milletin egemenliği ilan edilmişti.
Bu mesajın ve muhtevanın, milli marşa dönüştürülmesi için; yarışma açıldı. 12 Mart 1921 tarihli Meclis oturumunda; Mehmet Akif Ersoy'un kaleme aldığı "İstiklal Marşı" seçildi.
29 Ekim 1923'te, "İkinci Meclis" dönemi başlatıldı. Milletin örgütlü yapısı olan devlet, yeniden yapılandırılıp; "egemenlik" ilanına, "cumhuriyet" kimliği de kazandırıldı.
Her iki meclisin kayıtları, tutanakları ile bayrağımızla birlikte bağımsızlığımızın sembolü olan milli marşımız; "Osmanlıca" denilen eski alfabe ile yazılmıştı. Devlet dilinin dışa vurumu olan Resmi Gazete; aynı alfabe ile yayınlanmıştı.
20.04.1924 tarihinde kabul edilip, "Teşkilatı Esasiye Kanunu" adıyla yayınlanan ve ikinci maddesinde "Türkiye Devleti'nin dini İslam, resmi dili Türkçedir" ifadeleri yer alan ilk anayasamız; aynı alfabe ile yazıldı. Cumhuriyet'in kurucu lideri Mustafa Kemal'in, 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında yaptığı ve 1919-1927 dönemindeki istiklal mücadelesini anlattığı uzun konuşma; daha sonra, aynı alfabe ile metne dönüştürülüp "Nutuk" adını aldı.
Harf devriminden sonra; bazı temel kavramlar tasfiye edilerek ve yerlerine uydurma yahut Batı dillerinden alma kelimeler, kavramlar getirilerek dilimiz de büyük ölçüde değiştirildi. Bu değişimin, dönüşümün gerekçesi ise "Avrupa ile ilişkilerin geliştirilmesi, Türk ulusal kimliğinin İslam dininden ve kültüründen bağımsız hale getirilmesi" şeklinde ifade edildi.
Halk arasında, durumu veciz bir şekilde özetleyen iki kavram var. Türk-İslam kültür ve medeniyetinin temel değerlerine göre oluşan yaşama biçimine, "alaturka"; Batı kültür ve medeniyetinin temel değerlerine göre oluşan yaşama biçimine, "alafranga" diyorlar.
Anlaşılan o ki; tepeden inme kararlarla ve uygulamalarla, yeni Türkiye'nin yönü değiştirildi. Genel gidişata uygun olarak; dilimiz ve alfabemiz için de "alafranga" tercih edildi.
Zekeriya Erdim