Ülkemizin ve toplumumuzun, dünyamızın ve insanlık âleminin başına bela olan iki büyük hastalık var. Savaşlardan, depremlerden, yangınlardan, sellerden öte tahribatlar yaparak hayatın kimyasını bozuyor, ömrümüzün ve rızkımızın bereketini alıp götürüyorlar.
Dilimizde ve kültürümüzde birine "israf", ötekine "ifsat" diyoruz. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan tecrübelere dayanarak; salgın hastalıklardan bile beter olduklarını biliyoruz.
Allah'ın verdiği nimetleri anlamına ve amacına aykırı kullanarak, "faydayı terk etmek" ile fiziğini ve kimyasını bozarak "zararlı hale getirmek" at başı yürüyor. Bu iki yanlışın bir araya gelmesi insanları ve toplumları, önüne geçilmesi imkânsız felaketlere sürüklüyor.
Yaşanan badireler, üstümüze doğru gelen tehlikeler; içimizden birilerini, düşünmeye ve değerlendirme yapmaya zorladı. Kişiler ve kurumlar, ülkeler ve toplumlar bazında; giderek, "atıksız ve katıksız hayat" anlayışını, işleyişini oluşturmaya ve geliştirmeye yönelik gayretler başladı.
Bu gidişe, kendi çapımızda katılmak ve katkıda bulunmak için; bir "hafıza tazelemesi" yapalım. Bozulmanın sebepleri ile düzelmenin yollarını, hatırlayalım ve hatırlatalım.
Eskiler, ekmeği yiyeceklerin, içeceklerin ve hatta bütün geçimliklerin sembolü olarak bilirlerdi. Rızkımızı kazanmak için yaptığımız işlere ve çalıştığımız işyerlerine; "ekmek kapısı" derlerdi.
Küçücük bir parçası yere düşse; saygıyla eğilip alır, öper, başımıza kaldırır ve ağzımıza, soframıza yahut yerine koyardık. Allah'ın ayetlerinden oluşan Kitap ve rengini şehit kanlarından alan bayrak gibi "kutsal" sayardık.
Artan gıdalar, farklı şekillerde değerlendirilir; dünün pilavından, bugünün çorbası yapılırdı. Kullanılan eşya kırılır, bozulur, yıpranır, yırtılırsa; tamiri ve bakımı yapılarak yeniden kullanılırdı.
Şimdi yiyip içtiğimiz gıdaların, giyinip kuşandığımız elbiselerin, kullandığımız eşyanın önemli bir kısmını çabucak çöpe atıyoruz. Satın alırken aç gözlülük yapıyor, kullanırken tedbirsiz davranıyor, sağlamken elden çıkarıyor, israfı abarttıkça abartıyoruz.
Dünyanın nimetleri, üstünde yaşayanlara yetmez hale geliyor. Buna bir de dengesiz gelir dağılımı eklenince açlık ve yoksulluk, hastalık ve ölüm, sömürü ve zulüm kaçınılmaz bir gerçek, değiştirilmesi imkânsız bir yaşama biçimi oluyor.
Öte yandan yaratılmış her şeyin fıtratını bozup ifsat ediyoruz. Faydayı azaltan, zararı çoğaltan çalışmalar yapıyor; adına "büyüme ve gelişme" diyoruz.
Küçük azınlıklar, büyük çoğunluklara; bir yandan kan kusturup, öte yandan çanak tutuyorlar. Savaşları ve salgın hastalıkları onlar çıkarıyor; silahları ve ilaçları onlar satıyorlar.
Yerler, gökler ve ikisi arasında var olan insanlar, hayvanlar, bitkiler, katı-sıvı-gaz cinsinden maddeler; kendi diliyle ve haliyle "imdat" çığlığı atıyor, "sos" işareti veriyor. Kendi elimizle bozduğumuz, kirlettiğimiz, zehirlediğimiz hava, su, toprak isyan ediyor; adına "doğal afet" dediğimiz felaketler, arttıkça artıyor.
Yazılı vahiy Kur'an ile yaşanmış vahiy sünnet kaynaklarının; içine düştüğümüz durumu önceden haber verip, bizi uyardığını biliyoruz. Okuyup anladığımızda, benimseyip uyguladığımızda; çıkış yollarının neler olduğunu görüyoruz.
Konuyla ilgili ayetlerin, hadislerin, atasözlerinin, vecizelerin, kıssaların, hikâyelerin dikkat çektikleri birkaç nokta var. Özet olarak; "Allah'ın verdiği nimetleri yiyin, için, kullanın fakat israf etmeyin; yetime, yoksula, yolda kalmışa, akrabaya yardım edip (yahut haklarını verip) ihtiyaçlarını giderin" diyorlar.
İfrat ile tefrit tehlikesine düşülmeden, "vasat ümmet olunması" telkin ediliyor. Saçıp savurarak israf edenlerin, zekâtı ve infakı hayatlarından çıkararak cimrilik yapanların "şeytanın kardeşleri" oldukları belirtiliyor.
Ayrıca "ekinleri ve nesilleri ifsat eden bozguncular" üzerinde durulduğunu görüyoruz. Onlara, "yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde "biz ancak ıslah edicileriz" iddiasında bulunduklarını biliyoruz.
Acıklı gerçek şu ki; "israf" ve "ifsat" anlayışı, yaşayışı hayatın bütün alanlarını ve konularını ahtapotun kolları gibi sardı. Dünyamız ve ahiretimiz için bize lazım olan tüm değerler bakımından; üretim" azaldı, "tüketim" çılgınlık noktasına kadar vardı.
Böyle devam edersek; çok yönlü "tükenmişlik" içine gireceğiz. Varlık içinde yokluk hali yaşayacak; kendi ellerimizle, kendi kaslarımızı ve damarlarımızı keseceğiz.
Sonuç olarak; "malımızın müsrifi, canımızın celladı" olma yolundayız. Yaşamak ve yaşatmak istiyorsak; varlık âleminin yaratılış hikmetine uygun ya da uyumlu davranıp, "atıksız ve katıksız hayat" modelini yeniden bulmak zorundayız.
Zekeriya Erdim