Bizim kültür ve medeniyet dünyamızda hayata dair her şeyin, "lafzı-manası-maksadı" vardır. İşler, işleyişler, olaylar, durumlar bu denklem içinde değerlendirilir ve tanımlanır.
Neyin "doğru", neyin "yanlış", neyin "iyi", neyin "kötü" olduğu bellidir. Helal dairesi keyfe kâfi olup, bütün ihtiyaçlarımızı karşılamaya yeter; haram dairesi zararlı ve tehlikelidir, yasak bölge kabul edilir.
Savaşı da barışı da buna göre yaşarız. Hem kendimiz, hem de başkaları için kötülükten kaçar, iyiliğe koşarız.
Nefsimiz ve neslimiz için istediğimiz şeyleri, başkaları için de isteriz. Genel kabul olarak; "herkesin huzur ve güven içinde olmadığı bir dünya, hiç kimse için huzurlu ve güvenli değildir" deriz.
Eskiden "savaş" denilince iki ordunun bir cephede karşılaşıp, ellerindeki "silah" ve "cephane" ile vuruşmaları akla geliyordu. Ölen ölüyor, kalan kalıyor, yakalanan esir oluyor, kaçan yenilip kaybetmiş sayılıyordu.
Savaşın bir "karargâh" bir de "cephe" kısmı vardı. Belli bir zamanda, belli bir mekânda, düzenli "ordular" savaşıyorlardı.
Ana unsur insan, kılıç, kalkan, süngü olup yüz yüze, göğüs göğse mücadele edilirdi. Kaçanın arkasından bile, belirli bir mesafeye kadar gidilirdi.
Bir tepeden baksanız, olup biteni açıkça görebilirdiniz. Kimin "galip", kimin "mağlup" olduğuna kolayca karar verebilirdiniz.
Düşmanlıkta bile bir "ahlaki duruş" vardı. Taraflar birbirlerine karşı, "kabul edilmiş kurallar" bütününe uygun davranıyorlardı.
Zamanla, ahlak ve anlayış değişti; "yeni nesil savaşlar" oluştu. Adına "çağdaş, modern, medeni" denilen dünyada; siyaset, ticaret, kültür, sanat, bilim, teknoloji, bilgi, para, medya, iletişim ve temel ihtiyaç maddelerinden gıda, su, aşı, ilaç, enerji küresel savaşların silahına, cephanesine dönüştü.
Ayrıca, artık belirli bir "cephe" yok yeryüzünün her yanı, savaş meydanı. İlan edilmiş bir "zaman" da yok yaşadığımız her an, seferberlik anı.
Taraflar hem belirsiz, hem de değişken dünün düşmanı bugünün dostu, bugünün dostu yarının düşmanı olabiliyor. "Asker" ile "sivil" yahut "çocuk" ile "yetişkin" arasında bir fark kalmadı; nereden, ne zaman ve nasıl geleceği belli olmayan saldırılar beşikten mezara kadar herkesi içine alıyor.
Devletler, milletler, uluslararası yapılar, terör örgütleri, sivil toplum kuruluşları, küresel şirketler, medya ve iletişim organları aktif olarak savaş süreçlerinin içinde. Hemen herkes "siber savaşlar, finansal terör organizeleri, ticaret savaşları, sosyal medya devrimleri" gibi yeni ve etkin savaş metotları, usulleri, teknikleri, taktikleri geliştirmenin peşinde.
Elimiz tetikte, gözümüz ufukta, kulağımız seste; sürekli teyakkuz halinde yaşıyoruz. Biri bitmeden öteki başlıyor; dur, durak bilmeden koşuyoruz.
Yedi gün, yirmi dört saat "nöbette" olmamız ve "uyanık" kalmamız gereken bir durum var. Düşman unsurlar; renkten renge, kılıktan kılığa girerek sınırlarımızdan sızabiliyorlar.
Dünya ve insanlık âlemi, ruhunu geride bırakan yolcular gibi. Huzur ve güven getirenler değil; doğruları-değerleri yiyip bitirenler, yakıp kül edenler güç ve imkân sahibi.
Bu genel çerçevenin içinde, Türkiye'nin özel bir yeri ve önemi var. Tarihi geçmişimiz, toplumsal genetiğimiz, kültürel birikimimiz, stratejik konumumuz ve potansiyel gücümüz sebebiyle bizi kendileri için "tehdit, tehlike" olarak gören çok uluslu düşman çevreler yeni nesil savaş metotlarının tamamını ve eş zamanlı kullanarak, her cepheden saldırıyorlar.
Öncelikli hedefleri, birliğimizi, bütünlüğümüzü bozmak. İç ihtilafları çatışmaya dönüştürüp, bünye direncimizi zayıflatarak savunma gücümüzü oluşturan bağları çözmek.
Kendi ayaklarımız üzerinde duramayacak hale getirip, muhannete muhtaç etmek. Bir yandan kan kusturup, öte yandan çanak tutarak iplerimizi ellerinde tutmak.
Bunun için siyaset de ticaret de sosyal hayat da sabote ediliyor. Kırmızı çizgilerimiz zorlanarak, sinir uçlarımıza dokunularak "toplumsal isyan ve infial oluşturma" yoluna gidiliyor.
Kaşımadıkları nasır, kanatmadıkları yara kalmadı. Her yola, yönteme başvurdular amma gene de umdukları olmadı.
Biliyoruz ki, hiçbir zaman saldırmaktan ve sabote etmekten vazgeçmeyecekler. Surları dövecek, sınırları gerecek, kale kapılarının ardına kadar açılmasını bekleyecekler.
Bize yakışan bir duruş içinde her türlü tezgâhın ve tuzağın farkında olmalıyız. Dargınlıklarımızı, kırgınlıklarımızı, kızgınlıklarımızı, sosyal mensubiyetlerimizi, siyasal tercihlerimizi, etnik kimliklerimizi, kişisel menfaatlerimizi ve maslahatlarımızı bir kenara bırakıp devlet-millet bütünlüğü içinde, bilumum tehditlere ve tehlikelere karşı "yekvücut" durmalıyız.
Hepimiz aynı denizde yüzüyor, aynı gemide yolculuk yapıyoruz. Karaya oturur yahut kayalıklara çarparsak; sadece kaptan ve tayfalar değil, biz de boğulup yok oluruz.
Zekeriya Erdim