Yapılan ya da üretilen her aletin, cihazın, makinanın; bir "var ediliş amacı", bir de "kullanma kılavuzu" oluyor. Amacının dışında ve usulüne aykırı kullanıldığında; arıza yapıyor, bozuluyor, işe yaramaz hale geliyor.
Onun için; "amaç" konusunda da "usul" konusunda da olabildiğince dikkat ediyor, özen gösteriyoruz. Küçük arızalarda tamir, bakım yaptırıp kullanıyor; büyük arızalarda, elden çıkarıp yenisini alma yoluna gidiyoruz.
Bu durum; insanlar ve toplumlar için de aynen geçerlidir. Yolundan çıkan, yordamı bozulan, aslından uzaklaşan, başlangıç noktasındaki ana kurgudan kopan sosyal ve siyasal yapıların ıslahı için; "fabrika ayarlarına dönme" zaruretinden söz edilir.
Düğümleri, kör düğümleri çözmenin yolu; her şeyden önce, ipin ucunu bulmaktır. Aslımıza, esasımıza dönüp; fıtrat çizgisi üzerinde durmak, fütuhat çerçevesi içinde kalmaktır.
Aksi takdirde; hayat dengemiz, düzenimiz bozulur. Sahip olduklarımızı yahut kazandıklarımızı kaybederiz, tüm değerlerimiz yok olur.
Bu noktadan hareketle, bir durum tespiti yapalım. Yaratılış yazılımımızda var olan temel unsurlar açısından; hal ve gidişimize bakalım.
Dünyanın bilim, sanat, kültür, medeniyet, tarih, tecrübe geçmişi gösteriyor ki; insanların, birilerine ya da bir şeylere "inanma" ve "güvenme" ihtiyaçları var. Sosyal ve psikolojik boyutları bulunan bu temel ihtiyacı gidermek için; gerçek ya da sanal objeler bulup, onlarla aralarında kuvvetli bağlar kuruyorlar.
En ilkel kabilelerden, kavimlerden en gelişmiş toplumlara kadar; hep böyle olmuş. İnançlar, ibadetlere dönüştürülmüş; "ilah-kul" dengesi ve düzeni kurulmuş.
İnsan, üç boyutlu bir varlık; beden, akıl, ruh unsurlarından meydana geliyor. Bedenimiz, yiyip içtiğimiz gıdalarla; aklımız, çeşitli kaynaklardan elde ettiğimiz bilgilerle; ruhumuz, üstün iradeye imanla ve ibadetle beslenip ayakta kalıyor.
Vücudumuz, fiziki altyapımız; hayat binasını onun üstüne kuruyoruz. Aklımızla düşünüyor, değerlendiriyor, anlama ve kavrama ihtiyacımızı karşılıyor; ruhumuzla inanıyor, güveniyor, seviyor, seviliyor, mutlu olma yollarını arıyoruz.
Her üçünün de beslenme kaynakları kirlendiği, zehirlendiği, zararlı unsurların karışması ile asli yapısından uzaklaştığı zaman; huzur, güven dengesi ve düzeni bozuluyor. Kişisel, kurumsal, toplumsal olarak; tüm mekanizmalar hastalıklı hale geliyor.
Ancak; duygu, düşünce, davranış kalıplarımızı oluşturan ana unsur inancımız yahut değerler sistemimiz. Evetlerimiz, hayırlarımız, kabullerimiz, retlerimiz.
Tarih boyunca, insan türünün bir temel gafleti oldu. Allah'ın verdiği nimetleri kullanarak, eşyaya hükmetme yolunda ilerledikçe; Rabbini unutup kendisini rab ve ilah zannedecek hale geldi.
Peygamberler, kavimleri bu gaflet uykusundan uyandırmak için gönderildiler. Yaratılmışların en üstünü olan insana; bir tek yaratıcının yolunu, yordamını gösterdiler.
İlahi iradenin yazılımına uygun yaşayanlar; iki cihanda da abat oldular. Şeytanın tezgâhına, tuzağına düşüp azanlar, sapanlar; Allah'ın gazap türlerinden birisi ile cezalandırılarak, belalarını buldular.
Bilimin, teknolojinin baş döndürücü bir dönemece girdiği günümüzde; dünya nüfusunun büyük çoğunluğu, yeniden gaflet uykusuna yattı. İnançsızlığı inanç haline getirip; gözünü ve gönlünü kararttı.
Bedenler haz ve hız esiri oldu; akıllar, azgın azınlıklar tarafından kontrol altına alındı; ruhlar, yaralandı yahut öldürüldü. İyilik namına her ne varsa; mazlumların cesetleri ile birlikte, savaş meydanlarında yakılıp küle döndürüldü.
Gel gör ki; çılgınlık, kalıcı huzur ve güven oluşturmuyor. Sahte sevgiler ve sevgililerle kandırılan, oyalanan insanlık; bir türlü sükûn bulmuyor.
Yalancının yaktığı zehirli mumlar, yatsıya varmadan sönüyor. Bile bile yapılan yanlış hesaplar; Bağdat'a varmadan geri dönüyor.
Fırtınaya yakalanınca, korkup dua edenler; selamete çıkınca unutuyorlar. Vicdanlarını az bir bedelle alıp satanlar, rızıklarına her türlü haramı katanlar; yüreklerini yakacak, dünyalarını yıkacak bir ateşi ve rüzgârı yutuyorlar.
İşin kötüsü; hepimiz aynı gemide yolculuk yapıyoruz. Deliklerden dolan sular yüzünden; göz göre göre batıyoruz.
Kulağımızın üstüne yatıp, bu duruma seyirci kalamayız. İşi birilerine ya da bir yerlere havale edip, sorumluluklarımızdan kurtulmuş olamayız.
Bedenlerimizi, akıllarımızı, ruhlarımızı yaratılış amacına ve fıtrata uygun yaşama modeline göre organize edip; yeniden, fabrika ayarlarına dönmeliyiz. İnsanlığın yegâne kurtuluş reçetesi olan İslam inancını, ahlakını, anlayışını, yaşayışını; görenlerin "işte böyle" deyip imrenecekleri, özenecekleri, özdeşleştirecekleri şekilde temsil ve tebliğ edecek hale gelmeliyiz.
Zekeriya Erdim