Çanakkale'de Mehmetçiklerin umudu olan "fethun karib" müjdesi!
Çanakkale Savaşları sırasında Osmanlı Genelkurmayı tarafından cepheyi gezmeye götürülen edebi heyetin içinde yer alan Ömer Seyfettin, yolda karşılaştıkları bir olayı Müjde isimli hikâyesinde anlatır. Sizler için, Çanakkale Cephesi'nde göklerden gelen ve Mehmetçiğin umudu olan "fethun karib" hikâyesini derledik.
Giriş Tarihi: 18.03.2019
13:56
Güncelleme Tarihi: 18.03.2019
14:09
Yolun birkaç kilometre süren sahil kısmını, konuşurken nasıl geçtiğimizi duymadık. Yine denizin sesi sustu. Yine küçük tepelerin mahmur sükûnu başladı. Göğün morlaşan kenarı eriyor, menekşe rengine giriyordu. Etrafımızdaki çalılar uyumuş seyirci gölgeler gibi göründü; arabamız durdu. Eğildim:
- Ne oldu? diye arabacıya soracaktım. Bize refakat eden nazik zabiti fark ettim.
- "Artık yine toplu gideceğiz. Yol mahfûzdur, sahilden görünmez." dedi.
Geridekilerin yetişmesi için küçük bir mola verilecekti. Hemen aşağı atladık. Her gelen arabayı sanki uzak bir gurbetten dönüyormuş gibi karşıladık. Yarım saat geçmeden kafilemiz yine hareket etti. Göğün menekşe renkli kenarı pembeleşiyor, küçük yıldızlar siliniyordu. Bütün ufuk şimşek çakmış gibi ansızın aydınlandı; havada büyücek bir ateşin parladığını, doğuya doğru yeşil, sarı, sincabî alevler saçarak düştüğünü gördük. - Top güllesi! - Bomba. - Tayyareden atıldı. - Gece tayyare uçar mı? - Ya bu ne? - Şahap. - Hayır... - …
Ben: - Hacer-i semavî olmalı, dedim. Gülle, bomba, tenvir tabancası olmadığına şüphe yoktu! Pek yükseklerden tutuşmuş, pek uzaklara, pek çok uzak ufuklara düşmüştü. Ama şahap da değildi. Çok büyük, çok renkli, çok ihtişamlıydı. Ardında bir müddet sönmeyen altın bir iz bırakmıştı. Genç şairler arabalardan atlıyorlar, gördükleri şeyin ne olduğunu münakaşa ediyorlar, bizi götüren zabitin landosuna koşuyorlardı. Düz yolda arabalar yavaş yavaş gidiyordu. Bilmem ne kadar gittik. Göğün deminki harikası unutuldu. Artık sabah olmuştu. Hafif, şeffaf bir sis fundalıkları dolanıyor, güneşin damlaları yaprakları yaldızlıyordu. Arabalar sabah molası için durdu. Asker kıyafetine girmiş, kabalaklı muharrirler, genç şairler şoseye indiler. Sanki hepsi arabalarda oturmaktan, yatmaktan yorulmuşlar, şimdi ayakta durmak, dolaşmak, dinlenmek istiyorlardı. Ben daha arabadaydım. Bir ses işittim:
- Havaya bakın, arkadaşlar, havaya bakın!
Eğildim. Gözlerimi yukarı kaldırdım. Hava gayet parlak, gayet açık mavi, gayet saftı. Bulut filan yoktu. Aynı ses tekrar haykırdı:
- Bakın, "fethün karib" görmüyor musunuz? - Ne, ne? - Ne tarafta?.. - ? - … - !
Herkes yukarı bakıyordu. Ben de aşağıya atladım. Onların yanına gittim. Gökte dolaşmış, şeffaf bir kurdele gibi ince, belirsiz bir duman yığını vardı.
- "Fethün karib" değil mi? işte… - …
Hakikaten havadaki bu ince duman yığını tıpkı girift bir sülüs yazıya benziyordu. Benim gözüm de bana rağmen "fethün karib" terkibini okuyordu.
- Deminki "hacer-i semavî" hadisesinin bıraktığı iz olacak! dedim. Kimse işitmedi bile... Hepsinin gözü gökteydi. Hepsi, Allah'ın işaretini gören müminler gibi dalgındı. Müphem bir vecd içindeydi. Yalnız kafilenin genç doktoru bu büyük manevi işarete sonradan görmeyenleri de inandırmak için, minimini Kodak'ını havaya kaldırmış, "fethün karib" müjdesinin fotoğrafını çekmeye çalışıyordu. Bu ince, bu şeffaf duman yığını epey müddet gökte durdu. Yavaş yavaş silinirken bile şekli bozulmuyor, sarih bir katiyetle okunuyordu: "Fethün karib…"