Arama

Prof. Dr. Ahmet Ağırakça
Haziran 10, 2024
Mescid-i Aksâ Nerededir?

Mi'râc olayında önemli yer işgal eden Mescid-i Aksâ'nın hangi mescid olduğu hususunda âyetlerde açıklama yapılmamış, sadece çevresinin mübarek kılındığı ifade buyrulmuştur. Mescid-i Aksâ sözlük anlamı ile "uzak mescid, uzaklarda olan mescid" anlamına gelmektedir. Bu sözlük anlamı, Rûm Sûresinde Kudüs ve çevresi için "edne'l-arz" (en yakın yer) tabirinin kullanılması ile çelişkili olamaz. Bu bölge bütün dünyaya nazaran yer küresinin tümü göz önünde bulundurulduğunda Mekke'ye yakın bir yerdir. O gün için yeryüzünde namaz kılınan mescidler söz konusu olduğunda ise Kudüs'teki Mescid-i Aksâ, Mekke'deki Mescid-i Haram'a nisbetle uzakta sayılmaktadır. Yoksa Mescid-i Aksâ'nın semavî bir mescid olması ihtimali üzerinde durmak hiç de isabetli bir yaklaşım değildir. Muhammed Hamidullah hocanın (I, 140/ paragraf 256) bu konuda farklı yaklaşımları vardır. Bunların bir kısmı doğru ve genellikle makul olmasına rağmen Mescid-i Aksa'dan kastın el-Beytu'l-Ma'mur olduğunu söyleyip semada olan bir mescid olduğunu ifade etmesi ile ilgili görüşünü saygıyla karşılamamıza rağmen buna katılmanın mümkün olmadığını söylememiz ona olan saygımızdan bir şey eksiltmez. Zira bu konu ile ilgili başından beri kullandığımız kaynaklar Beytu'l-Ma'mur'u ayrı Beytu'l-Makdis'i ayrı bir mekân olarak kaydetmektedir. Buna rağmen Hamidullah Hocamızın görüşüne bakıldığında ise miraç olayının ruh mealcesed olarak semâvâtta olan Beytu'l-Ma'mur'a gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Hocamızın Mirac olayının bu şekilde Beytu'l-Ma'mur'a gerçekleştiğini ifade etmesi de miraç için ayrı ispattır.

Hem tarihî veriler hem de âyetteki ifadeler dikkate alındığında söz konusu mabedin Kudüs'te tarihî bir gerçek olarak Hz. Davud tarafından başlatılan ve Hz. Süleyman tarafından bitirilen mabetten bazı kalıntıların varlığı bilinen bir husustur. Öte yandan Mescid-i Aksâ'nın Müslümanların ilk kıblesi olduğu da ayrıca bilinen bir gerçektir. Nitekim Rasûlullah dönemindeki Kâbe de Hz. İbrahim'in inşaa ettiği binadan farklıdır.( Buhârî, "Hac", 42; Müslim, "Hac", 398 vd.) Öyle anlaşılıyor ki semavî dinlerde tevhid inancı açısından ibadetlerin yerine getirilmesi sırasında mü'minlerin yöneldiği mekân (kıble) bir amaç değil bir araçtır. Bu mekânın üzerindeki binanın yüzyıllar içinde yıkılıp yeniden yapılması veya zaman zaman mevcut olmaması mekânın varlığını ve manevî konumunu, kudsiyyetini ve tarihi yerini yok edemez. Kısaca orada tarih içinde bir mescidin olduğu ve Hz. Peygamber'in de on dört yıl müddetle namazını buradaki Mescid-i Aksa'ya yönelerek kıldığı kesin bilgi olarak sabittir.

Miraç ile ilgili hadislerde Mescid-i Aksa tabirinin kullanılmadığını sadece Beytu'l-makdis isminden söz edildiğini dolayısıyla Mescid-i Aksa diye bir mescid'in bulunmadığını iddia eden bazı müelliflerin gözden kaçırdıkları bir husus vardır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim Beytu'l-Ma'mur ve Mescid-i Aksa'yı ayrı ayrı yerlerde ayrı konularda zikretmektedir. Kur'ân nassının bunu kanıtladığı da gayet açıktır. İsrâ Sûresi birinci ayette "Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksaya kulunu götürdüğünü ve bunun bir gece yürüyüşü ile (isrâ') gerçekleştiğini" ifade buyururken Cenab-ı Allah var olan Mescid-i Haram'dan bahsettiğine göre neden dünyada var olmayan bir mescide kulunu götürdüğünü söylesin. O zaman karşımıza iki husus çıkıyor. Eğer bu mescid dünyada değilse o zaman semâvâttadır ve Rasûlullah semavata uruc ettirilmiştir. Bu durumda bu hususu kesin olarak kabullenmek gerekir. Şayet bu söz konusu mescid Beytu'l-ma'mur ise, Allah Teâla neden burayı hem Mescid-i Aksa, hem de Beytu'l-ma'mur diye iki ayrı isimle zikretsin? Dolayısıyla bunlar farklı iki mekân olup biri yer küresinde diğeri ise semâvâttadır. Biri İlia/Kudüs'te olup Mescid-i Aksa olarak bilinirken, diğeri de semâvâtta olan Beytu'l-ma'murdur. Hz. Ömer'in Kudüs'ü teslim alırken buranın halkına hitaben yazdığı emannamede "İlia halkı" tabirinin kullanılmış olmasından hareketle, İsrâ' hadisenin buraya doğru gerçekleştiğini reddetmenin mümkün olmadığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Hz. Ömer şehri teslim aldıktan sonra Bilal-i Habeşi'den burada ezan okumasını istemesi ve mescid'in damında ezan okunması Müslümanların mukaddes saydıkları bir mekân olduğunu açıkça gösterir. Hz. Peygamber'in Mi'râc gününde peygamberlerle namaz kıldığı bu mekân, bazı oryantalistlerin iddia ettiği gibi, Abdulmelik İbn Mervan zamanında kutsallaştırılmış olmayıp Hz. Ömer zamanında da kutsiyeti bilinen mukaddes bir mekândı. Esasen Kudüs'te böyle bir mescidin olmadığı ve bu mescidin Abdulmelik zamanında inşa ettirildiği bilgisi Kubbetu's-sahra için geçerlidir. Bu konuda yazdıkları ile pek çok kafa karışıklığına yol açan kişi, oryantalist Alfred Guillaume olup daha sonra ondan etkilenen bazı yazarlar da olmuştur, (Alfred Guillaume, "Garbta İslâm Tetkikleri", İÜEDF İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1954, I, cüz 1-4, s. 125). Ayrıca Mescid-i Aksa'nın Mekke yakınlarında bulunan bir mescid olduğunu ileri sürenlerin, birçok konuda şüpheli rivayetler aktaran Vakidî'ye dayanarak Sahihayn'de olan bilgilere gölge düşürmeye çalışmaları hayret edilecek bir yaklaşım ve ibretlik bir tavırdır.

Rasulullah (sav) İsrâ ve Mi'râc olayından çok önce başlayan namaz ibadetinde Kudüs'e yöneldiğine göre kıblenin Mescid-i Aksa olduğu kesinlik kazanıyor. Kıblenin de rastgele bir yer olamayacağına ve mutlaka bir mescide yönelik olacağına göre demek ki Kudüs'te mukaddes bir mescid vardı. Ayette de kastedilen mescid işte bu mescittir. Eğer bu Mekke yakınlarında bir yerde olan bir mescid olsaydı, Hz. Peygamber'in namazlarını neden Kudüs'e yönelerek kıldığı ve kıblenin sonra nereden tahvil edildiği soruları cevapsız kalırdı. Bu tarihi olayların tümü bir arada değerlendirildiğinde bu mescidin gökte veya Mekke yakınlarında bir mescid değil, Kudüs'te olan mescid olduğu ve Kur'ân-ı Kerim'in bu mescide el-Mescidu'l-Aksa adını verdiği gayet açık ve net olarak anlaşılır.

Yeryüzünde Hz. Âdem ve neslinden gelenler için mukaddes kılınan Mekke ve Kudüs'te inşa edilen iki mukaddes mescidin olduğunu biliyoruz. Hz. Nuh tufanından sonra tevhid inancını tekrar kaybeden insanlığa Hz. İbrahim tevhid inancını yeniden anlatmış, oğlu İshak ile Kudüs'te, diğer oğlu İsmail ile Mekke'de bu iki kutsal mekânı ve mescidleri yeniden ihya ve inşa etmişti. Böylece İsmailoğulları Mekke ve çevresinde, İshak ve oğulları Kudüs ve çevresinde tevhid inancını yaymakla görevlendirilmişlerdi. Ancak İsrâiloğulları, Hz. Musa'nın gayretine ve daha sonra gelen diğer İsrâiloğulları peygamberlerinin, özellikle Davud ve Süleyman'ın (aleyhime's-selam) tebliğ ve uyarılarına kulak asmamış, Zekeriya ve Yahya'yı öldürmüş, İsa'yı (as) da öldürmeye kalkışmış, böylece bu mekânın artık hakkını vermediklerini ve tevhid inancının gereğini yerine getiremediklerini göstermişlerdi. Allah'tan başka bir ma'bud tanımamaya ve onun emirlerine uyacaklarına söz vermelerine rağmen buzağına tapmaya kalkışmaları, Üzeyr'i Allah'ın oğlu kabul edecek ve Tevrat'taki birçok hükmü tamamen değiştirecek kadar azgınlaşmaları, Cenab-ı Allah'ı, haşa, Yakub (as) ile güreştirip mağlup olduğunu ileri sürmeleri, Allah'ın eli sıkıdır, rızık vermede cimri davranıyor demeleri gibi azgınlıklar sonucunda nihayet Kudüs emanetini koruyamadılar. Yüce Rabbimiz "Orası onlara haram kılındı, o kutsal mekândan mahrum edildiler" (el-Mâide, 5/26). İsrâiloğulları'nın artık bu şehre olan hâkimiyet ve sahipliğinin sona erdirilmiş olduğu hem İsrâ Sûresinde hem de Mi'râc mucizesiyle bildirilmiş oldu. Son peygamber olarak Rasûlullah'ın Mi'râc mucizesiyle Mekke'den Kudüs'e getirilip bütün peygamberlerle burada namaz kılması ve onlara imam kılınması büyük bir anlam taşımaktadır. İsrâ Sûresinin ilk ayetleri hem İsrâ ve Mi'râc olayını hem de bu kutsal mekânının İsrâiloğulları'nın elinden alınıp emanetin Hz. Peygamber'e verildiğini çok net bir şekilde anlatmaktadır:

"Bir gece kendisine, yarattığımız harikalardan (evrenin işleyiş kanunlarından) bir kısmını gösterelim diye kulu Muhammed'i Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın şanı yücedir (her türlü eksiklikten uzaktır). O, her şeyi işiten ve görendir. Biz, Musa'ya da kitabı (Tevrat) 'ı verdik. Ve onu: "Benden başka hiçbir vekil (Rab) edinmeyin" (benden başkasının himayesine sakın girmeyin) diye İsrâil oğullarına hak ve doğru yolu gösterici bir rehber kıldık. Ey Nûh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımızın soyundan gelenler! Gerçekten O (Nûh Allah'ın verdiği nimetlere), şekûr/çok şükreden (Allah'ın kendisine lütfettiği maldan yoksullara bağışlayan, muhtaç olan herkese çok çok infak eden) bir kuldu. Biz kitap (Tevrat)'da İsrâil oğullarına şu hükmü bildirdik: "Siz, yeryüzünde iki defa kargaşa çıkaracak ve bozgunculuk yapacaksınız. Bununla da alabildiğine böbürlenip büyükleneceksiniz. İşte o ikisinden birincisinin (cezalandırma) vakti gelince' (iki defa çıkaracağınız bozgunculuk ve fitnelerin ilki ortaya çıkınca) üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik, onlar da (şehrin her köşesinde) evlerin aralarına kadar girerek her tarafı arayıp durdular. Bu, yerine getirilmiş bir uyarı sözü idi. Sonra bunlara karşı tekrar size bir hâkimiyet ve üstünlük verdik. Servet ve oğullarla yardım edip gücünüze güç kattık. Sayınızı da çoğalttıkça çoğalttık. Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz. Kötülük yaparsanız da yine kendi (aleyhi) nize (kötülük edersiniz). Artık uyarılardan diğerinin (ikinci fitne ve bozgunculuk cezasının) vakti gelince, (üzerinize salacağımız başka ordular) acınızın yüzlerinize yansımasına yol açarlar (o zaman da kederiniz yüzünüzden belli olur). Mescide ilk defa girdikleri gibi gir (ip orayı harabeye çevir) sinler ve size karşı üstünlük sağlayıp da ele geçirdikleri her şeyi yok ettikçe etsinler diye ikinci defa düşmanlarınızı üzerinize salacağız. Umulur ki Rabbiniz size merhamet eder. Şayet (bozgunculuğa) dönerseniz biz de (cezaya) döneriz. İşte böylelikle Biz cehennemi kâfirler için (kendilerini sarıp kuşatacak bir muhasara alanı gibi) bir zindan kıldık." (el-İsrâ, 17/1-8).

Bu ayetlerde Nuh'un zürriyetinden gelen Hz. İbrahim'in nesli olan İsrâiloğulları'na "Benden başkasını Rab edinmeyin, benden başkasının himayesine girmeyin" diye emredilmiş, ülkede bozgunculuk yapmaları halinde üzerlerine onları perişan edecek kulların musallat edileceği, ancak bundan sonra da tekrar onlara bir fırsat daha verildiği, ancak onların galibiyet ve iktidar içinde azgınlaştıkları anlatılmıştır. Söz konusu birinci saldırı Babil hükümdarı Abukadnassır (Buhtunnasır), ikinci saldırı ise Romalı Titus tarafından gelmişti. Onlara mescidin artık ellerinden alınacağı ve mescid üzerinde haklarının başkalarına devredileceği söylenmesine rağmen onlar azgınlıklarını sürdürdükleri için Kudüs'ün hâkimiyeti Mekke hâkimiyeti ile birlikte İsmailoğullarına verilmiştir. Bu süreç kısaca şöyle anlatılabilir:

Hz. İbrahim'in bir oğlu kutsal mekân olan Hicaz'da diğer oğlu bir başka kutsal mekân olan Kudüs ve çevresinde idi. Hz. İshak ve oğlu Yakub, Filistin ve Kudüs'te tebliğ ve risalet görevini sürdürürken Yakub'un (as) oğlu Yusuf'un Mısır'a yerleşmesi ve sonra ailesini yanına aldırmış olsa da bu kutsal mekânın yöneticileri bölgeyi tümüyle terk etmemiş yerlerine salih ve Allah'a itaat eden, kendileri gibi iman eden kimseleri görevlendirmişlerdi. Bütün kutsal mekânlar Allah'ın hükümlerini yeryüzünde en mükemmel şekliyle uygulayan, Allah'ın razı olacağı adalet ilkelerine ve tevhide bağlı yönetimler tarafından idare edilmelidir. Açıkça bilindiği gibi yeryüzüne salih kulların mirasçı olabileceğini Cenab-ı Allah hükme bağlamış ve bu durum adeta bir sünnetullah olmuştur.

"Hani Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamıştı. O da bunların gereğini en iyi şekilde yerine getirmişti. (Allah): "Ben seni insanlara önder kılacağım" demişti. İbrahim: "Zürriyetimden (soyumdan/neslimden gelenleri) de" deyince bunun üzerine Rabbi: "Benim verdiğim söz zalimleri kapsamaz" demişti." (el-Bakara, 2/124).

Zalimleri asla önder kılmayacağını buyuran Cenab-ı Allah bir başka ayet-i kerimede "Biz Zikir'den (Tevrat'tan) sonra Zebur'da: "Yeryüzüne benim iyi/erdemli (Allah'ı memnun ve razı edecek güzel davranışlarda bulunan) kullarım mirasçı olacaklardır" diye yazdık," (el-Enbiya, 21/105) buyurmuştur. Dolayısıyla kutsal mekânlar âdil, muttaki ve sâlih kimselerin yönetiminde olmalıdır. Bu çerçevede Hz. Yakup ve Hz. Yusuf'un Mısır'a yerleşmelerinden sonra Kudüs ve Filistin çevresi iman edenlerin yönetiminde ve kontrollerinde idi. Ancak Filistin'e Amâlikların, Mısır'a da Firavun yönetimlerinin hâkim olması ve bu bölgelerde yaşayan insanların tevhitten uzaklaşmaları üzerine Cenab-ı Allah yeni bir peygamber olarak Hz. Musa'yı gönderdi. Musa (as) kavmini ve firavun yönetimini Allah'ın ahkâmına uysunlar ve ona ibadet etsinler diye tevhid inancına davet etti. Kendisine iman edenlerle birlikte Mısır'dan çıkıp Filistin'e gitmek üzere yola çıkardı. Allah'ın kendilerine verdiği bunca nimete rağmen "mukaddes topraklara girin" denildiği zaman orada zalim ve zorba bir toplum olduğunu, "Onlar orada bulunduğu müddetçe oraya gitmeyeceklerini" söyleyip "Git sen ve Rabbin onlarla savaşın, biz burada oturuyoruz" (el-Mâide, 5/24) diyecek kadar azgınlaştılar. Bunun üzerine Hz. Musa, kendisi ve kardeşi Harun'dan başka kimsenin kalmadığı hususunda Rabbine niyaz etti. İsrâiloğulları, kendilerine verilen onca nimete rağmen Allah'ın dinine sahip çıkmadılar. Bu nedenle, Allah onları kırk yıl müddetle Tih Çölünde şaşkın şaşkın dolaşmak üzere cezalandırdı ve Kudüs ve çevresini onlara haram kıldı, bundan mahrum bıraktı. Ayrıca Musa'ya hitaben "Artık sen de o fasıklar topluluğu için tasalanma" buyurarak kutsal mekânlara fasıkların sahip ve mirasçı olamayacağını bildirdi. (el-Maide, 5/25-26).

İşte böylece fasıkların elinden alınan Kudüs emaneti, miraç gecesinde bütün peygamberlerin şahitliği ile Hz. Peygamber'e ve ümmetine devredilerek teslim edilmiştir.

Prof. Dr. Ahmet Ağırakça

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN