Hâbil ve Kābil kıssası Kur'ân-ı Kerîm'de çok kısa bir şekilde ve sadece Maide suresinde geçmektedir. Kısas-ı Enbiyâ, tarih ve tefsir kitaplarında biraz da Tevrat'tan kaynaklı İsrailiyat türü bilgilerle ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Bu eserlerdeki bilgilere bakarsak olay şöyle cereyan eder:
Hz. Havvâ biri kız, biri erkek olmak üzere her batında iki ve toplam yirmi batında kırk çocuk dünyaya getirmiş, sadece Hz. Şît tek doğmuştur. İlk batında doğan çocuklar Kabil ve Aklîmâ, ikinci batında doğanlar Hâbil ve Lebûda'dır. Bu bilgilere bakarsak Hz. Âdem ile Havvâ'nın ilk çocukları cennetten yeryüzüne indikten 100 yıl sonra, başka bir bilgiye göre de Kābil ve ikizi cennette, Hâbil ve ikizi ise yeryüzüne indikten sonra doğmuştur. Bu bilgiler ne kadar doğru bilemeyiz, kaynak ve araştırmalarda bu tür aktarımlar vardır.
Yüce Allah bir hikmet gereği olarak insanlığın yeryüzünde çoğalması ve zaman içinde bunların nesillerinden gelenlerin ayrı ayrı kavimleri oluşturması için evlenip çoğalmalarını dilemiştir. Bunun için o gün dünyada sadece bir anne ve bir baba olduğundan bunların çoğalmasının da ancak evlilik yoluyla olabileceği için sadece insanlık hayatının ilk günlerine özgü bir fıkhî hüküm bildirilmiş ve Hz. Âdem ile Hz. Havvâ'nın çocuklarının birbirleriyle evlenmeleri uygun görülmüştür. Ancak ikizlerin evliliği yasak olduğundan her batnın erkeği bir diğer batnın kızıyla evlenebiliyordu. Bunun üzerine Hz. Âdem Hâbil'in ikizi Lebûda'yı Kabil'le, Kabil'in ikizi Aklîmâ'yı da Hâbil'le evlendirme hususunda Allah'tan emir aldı. Aklîmâ çok güzeldi. Evlilik söz konusu olunca Kabil buna itiraz etti; kendi ikizinin diğerinden daha güzel olduğunu, öte yandan kendilerinin cennette doğduklarını söyleyerek Hâbil'in kız kardeşiyle evlenmesine karşı çıktı. Kabil'in ve ikizinin cennete doğdukları bilgisini ihtiyatla karşılıyoruz. Zira Kur'an-ı Kerim "oradan ininiz" diye emir verildiğinde cennete sadece Adem ve Havva ile şeytan vardı. Nihayet kaynaklardaki bilgilere bakarsak Hz. Adem'in iki oğlu, bu konuda anlaşmazlığa düştüler. Allah'a kurban sunarak anlaşmazlıklarını çözmeleri gerekiyordu.
Hz. Âdem Hâbil ve Kabil'den Allah'a birer kurban takdim etmelerini, hangisinin kurbanı kabul edilirse onun haklı, diğeri ise haksız olacaktı. Böylece Allah'ın hükmü tecelli edecek, insanlar birbirlerine zulüm etmekten kurtulacaklardı. O dönemlerde kurbanın kabul edildiğinin alâmeti semadan inen bir ateşin takdim edilen kurbanlığı yok etmesiydi. Kabul edilmeyen kurbanlık şeyi ise yırtıcı hayvanlar yiyordu. Kabil, ziraat ürünlerinin en kötüsünden az bir miktar takdim etti. Ayrıca takdim ettiği ürünün kabul edilip edilmemesinin önemli olmadığını ve kız kardeşinin asla başkasıyla evlenemeyeceğini düşünüyordu. Hâbil ise sürüsünün en iyilerinden besili bir koç ile süt ve yağ takdim etmişti. Kalbinden Allah'ın emrine boyun eğmeyi ve rızâsını kazanmayı diliyordu. Her iki kardeş kurbanlıklarını bir dağın tepesine koydular. Semadan bir ateş inerek Hâbil'in takdim ettiklerini yaktı. Ancak Kabil'in hediyesine dokunmadı. Bunun üzerine Kabil öfkelendi ve kardeşine kin duymaya başladı. İşte insanoğlunun ilk defa kalbine kin duygusu yerleşmiş oldu. Diğer taraftan Hz. Âdem Kâbe'yi ziyaret için Mekke'ye gitmeyi düşünüyordu. Yola çıkmadan önce oğlu Hâbil'i (ve çocuklarını) semanın, yerin ve dağların himayesine bırakmak istedi. Fakat yerler ve gökler bu görevi kabul etmediler. Bunun üzerine Hâbil'in korunmasını Kabil'den isteyince o bunu kabul etti. Bu rivayeti nakledenler, "Biz (akıl ve irade yetki ve kabiliyeti olan) emaneti göklerle, yere ve dağlara sunduk, fakat onlar onu yüklenmekten kaçındılar ve bundan endişeye kapıldılar. Fakat onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zâlim ve çok câhildir." (İnsanların bir kısmı haksızlığa ve az düşünmeye yatkın tavırlara sahiptirler) (el-Ahzâb 33/72) meâlindeki âyetten maksadın bu hadise, emaneti yüklenen insanın ise Kābil olduğunu söylerler. Şeytan daha önce de söylediği ve yemin ettiği gibi, kıyamete kadar Adem'in soyundan gelenleri saptıracaktı. Yollar üzerinde durup tuzaklar kuracaktı.
Hz. Adem (as), yeryüzünde ikinci imtihanı vermektedir. Allah'tan aldığı "kelimelerin" gereklerini yerine getirmeye çalışmaktadır. Bu zaman zarfında Ademoğulları neslinden dünyada çok kimse meydana gelmişti.
Bu gelişmeler ve insanların çoğalması ne yazık ki İblisin işini kolaylaştırıyordu. İnsanlar çoğaldıkca, onlarıa vesvesler vermesi, kandırması, kendi tuzaklarına düşürmesi yanlışlıklara sürüklemesi gittikçe kolaylaşıyordu.
O dönemlerde de olduğu gibi, Allah (c.c.) hiçbir dönem, yaşayışı belirleme hususunda, kendisinden başka hiçbir varlığa hüküm koyma hakkı tanımamıştır. Her zaman ve her konuda hakem ve hakim olarak kendisine başvurulmasını emretmiştir. Dolayısıyla insan, sadece Allah'ın hükmüne tabi olmakla görevlidir. İki kardeş, aralarındaki anlaşmazlığı çözmek için Allah'a kurban sunmaları ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim olaydan şöyle söz etmektedir:
"Bir de (Rasulüm Muhammed!) onlara gerçeği göstermek için Âdem'in iki oğlunun olayını anlat; nasıl ikisinin Allah'a birer kurban adadıklarını ve birinden kabul edildiği halde diğerinden kabul edilmediğini' (Onlardan biri, Kabil, Habil'e): "Seni mutlaka öldüreceğim" demişti. Diğeri: "Allah, ancak takva sahiplerinin (O'na karşı gelmekten sakınanların dua ve kurbanını) kabul eder" demişti.(Habil, Kabil'e demişti ki): "Yemin ederim, eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatacak olursan ben, seni öldürmek için elimi sana kaldıracak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben istiyorum ki sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın. İşte zalimlerin cezası budur. Derken sonunda (Kabil'in) nefsi, kendisini, kardeşini öldürmeye sürükledi ve (nihayet nefsine uyarak) onu öldürdü. Böylece hüsrana uğrayanlardan oluverdi. Sonra Allah ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Katil Kabil): "Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten âciz mi oldum?" dedi ve yaptığına pişmanlık duyanlardan oldu." (el-Mâide, 27-30)
Kur'ân'da Habil ve Kabil'in isimleri anılmadan: "Adem'in iki oğlu" şeklinde buyrulmaktadır. Kaynaklardaki bazı bilgilere bakıldığında, isimlerinin Habil ile Kabil olduğu kaydedildiği bilinmektedir. Habil, kurbanı kabul edilen, Kabil ise, kurbanı kabul edilmeyen, yani haksız olandır. Burada önemli olan hangisinin hangi isimle anıldığı değildir. Zira Yüce Allah bunu önemli görmediğinden isimlerini anmamaktadır. Burada önemli olan kimlik ve olayın bizzat kendisidir. Allah (c.c.), onların kimliklerinde Şeytana uyan ile, Allah'ın emirlerine tabi olanı bir simge olarak insanlara örnek yönüyle veriyor.
Habil ve Kabil hesaplaşması, tıpkı İblis-Adem hesaplaşması gibidir. Habil hakka teslim olan babası Hz. Adem'i, Kabil ise Allah'a isyan eden, Allah'ın hükmünü kendince âdil görmeyen İblis'i temsil eder. Habil, Allah'ın adaletine boyun eğerken, Kabil, konuyla ilgili çok kesin bilgiye sahip olmasına rağmen isyan etmiştir.
Kabil zorba kişiliği temsil eder. Nefsinin istediğini hak ile değil, kaba güç kullanarak elde etmek istemektedir. Habil, Kabil zorbasının karşısında hakkı savunan kimliktir. Kabil:"yemin olsun ki seni öldüreceğim..." deyince, Habil:"Yemin ederim, eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatacak olursan ben, seni öldürmek için elimi sana kaldıracak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." cevabıyla hakkı ve adaleti savunmuştur.
Habil'in ölçüsü hak ve adalet olup ilkesi ise Allah'a iman ve teslimiyettir: "Eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatacak olursan ben, seni öldürmek için elimi sana kaldıracak değilim." Bir başka tabirle, "sen bana haksızlık etmek, zulmetmek için elini kullanır ve bana karşı saldırıya geçersen, ben sana aynı şekilde karşılık vermeyeceğim. Çünkü zulme karşı zulüm yeni bir zulmü doğurur. Her ne olursa olsun zulmün, haksızlığın, saldırganlığın, cahilliğin karşılığı adalet ve Allah'ın hakemliğini talep etmek olmalıdır.
Müslümanlar, beşeri ilişkilerinde bu ölçüye riayet ederlerse, ancak o zaman Kur'ân'ın müjdelediği "kardeş ve kurtulmuş ümmet toplumu" gerçeğine ulaşabilir. Zulmün veya haksızlığın karşısına hakk ve adaletle çıkıldığı halde, hala bağnazlık, heva ve haksızlık devam ediyorsa, çıkacak fitne ve fesad büyük boyutlara ulaşır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"İki müslüman kılıçlarıyla yüz yüze gelip çarpıştıklarında öldüren de, öldürülende de ateştedir. Ashaptan orada bulunanlar: "Ey Allah'ın Rasulü öldürenin ateşte olduğu doğru, ya öldürülenin durumu ne oluyor? dediler. Rasulullah buyurdu ki: "O da arkadaşını öldürmeyi murad etmişti." (Buhari, iman, 22).
Yol Gösteren Karga
Kabil, kendi nefsine uymuş, Allah'ın hakemliğini kabul etmemiş, neticede de ne yaptığını bilemez hale gelmişti. Kabil, şeytanın ilk aldattığı Adem evladıdır. Kur'ân-ı Kerim, ahiretteki bu durumdan bahsederken, şeytanın neler söyleyeceğini şöyle anlatmaktadır:
"Her türlü hesap olup bittikten (cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme gittikten) sonra şeytan da (cehennemlerdekilere hitap ederek) şöyle diyecek: "Allah size sözün en doğrusunu söylemişti, bu söz de gerçek çıktı. Ben de size bir söz vermiştim ama size verdiğim sözde durmadım, yalancı çıktım (sizi hep yüzüstü ve hep yalnız bıraktım). Zaten benim, sizin (kalpleriniz ve imanlarınız) üzerinizde hiçbir etkim ve tasarrufum da olamazdı, buna da gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen çağrımı kabul edip geldiniz. (Bana uyarken hiçbir delil ve kanıt istemeden güle oynaya peşine takıldınız), o halde beni suçlayıp kınamayınız, aksine kendinizi kınayınız. Artık ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz (kimse kimsenin imdadına koşamaz). Aslında ben daha önce beni (Allah'a itaat etmede) ortak tutmanızı da kesinlikle (istememiş ve) kabul etmemiştim, (diyerek onları yüzüstü bırakıp kaçacaktır). Gerçekten böylesi zalimler için can yakıcı/elemli bir azap vardır." (İbrahim, 14/22).
Habil ve Kabil olayında da böyledir. İblis vesvese vermiş, Kabil ise suçu işlemiştir. Kabil suçu işledikten sonra yaptığı cürmün sonucunu görünce şaşırmış, kardeşinin cesedini sırtına alıp taşımız ve uzun zaman bu şekilde dolaşıp durmuştur. Sonunda Allah (cc), büyüklenmesine rağmen Kabil'e insanların kılavuzluğuna pek değer vermediği bir hayvanı kılavuz olarak gönderiyor. Bu insan için ne kadar acı bir son.
"Sonra Allah ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Katil olan Kabil): "Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten âciz mi oldum?" dedi ve yaptığına pişmanlık duyanlardan oldu." (el-Mâide, 31)
Kabil, karganın kılavuzluğuna muhtaç olunca, acziyetini ve sandığı kadar zeki ve basiretli olmadığının farkına vardı. İblis'in oyununa geldiğini anlayarak pişman oldu.
Ancak ne yazık ki, Kabil'in bu pişmanlığı, tevbeyi, Allah'a sığınmayı getirmedi. Dolayısıyla, sadece geçici bir pişmanlıkla işi geçiştirdi. Oysa, o pişmanlığı tevbeye dönüştürseydi, babasının yolunda ilerlerdi. Aksine İblis'in aldatmasına uydu hem Allah'ın hükmünü ve emrini görmezlikten gelerek çiğnedi, hem de isyanında ısrar etti.
Kabil Şirk Düşüncesinin İlk Mensubudur: Daha önce tevhid-şirk mücadelesinin ilk adımı, İblis ile Adem (as) arasında atılmıştı. İblis, Allah'ın kudretine kendi mantığını denk ve hatta üstün tutarak şirk koşmuştu. Adem (as) ise, Allah'tan aldığı kelimelerle yüce kudrete boyun eğmiş, tevhidin ilk pratiğini oluşturmuştu. Şimdi ise, bir peygamber olan Hz. Adem'in bu iki farklı amelinin yerini iki oğlu birden ayrı ayrı tavırlarla babalarının yerini almış oldu.
Kabil, isyanında ısrar edip tamamen şeytana teslim olunca, insan olarak şirk düşüncesinin de ilk temsilcisi oldu. Artık Kabil safını kesin olarak belirlemiş, şeytandan vesvese alan bir insan oluvermişti. Allah'ın bahsettiği şeytanının yandaşlarının ilk mensubu olmuştu. Kabil ile birlikte İslâm'a ve İslâm'ın bağlılarına amansız bir mücadele ve saldırı başlamıştır.
Şirk öncelikle, ameli konularda ortaya çıktı. Zamanla bu ameller inanç esaslarına dönüştü. Sonrasında meydana gelen nesiller, bu amelleri birer inanç mahsulü olarak aldılar. Böylece "Atalar Dini" oluşmuş oldu...
Ahmet Ağırakça