Kur'an-ı Kerim'in insanın yaratılışı ile ilgili bize aktardığı bilgilerden ibaret olan tarihi sahneler ve veriler insanlara son derece çekici bir üslupla ve mükemmel bir sanat metoduyla sunulmuştur. Aynı zamanda bu kıssalar surelerdeki fevkalade bir üslupla bize bildirilmiş ve muazzam bir ilahi anlatımı yansıtan bir üslub ile muhteva arasında derin bir organik bağ bulunmaktadır. İşte, anlatılan kıssalar mücerred bir sanat ile ifade edilmeyip olaylar ve anlatım arasında organik bağ kurularak ifade buyrulmuştur. Kıssalarda ifade edilen bilgilerde son derece ilmi ve imanî mes'eleler izah buyrulduğu gibi bu ayetlerin büyük bir kısmı teşrii mahiyetler ve insanın görevleri ile ilgili emir ve hükümler içermektedir. İşte bu üslupla Kur'an-ı Kerim sanki iki yönlü bir icazı ortaya koymak için bu kıssaları anlatmıştır. Kur'an-ı Kerim bu kıssaları o günkü topluma anlatırken sadece yepyeni bir üslup ve sanat verileriyle değil dil ve edebiyat alanında zirve bir düzeyde olan Arabların kendi dilinde ifade edilmesine rağmen bunlar son derece farklı bir dil ve üslup ile anlatıldığı görülmektedir. Kur'an-ı Kerim el-Bakara suresinde insanlık tarihindeki ilk sezgiyi ve şuuru sunmakla başlayarak insanın yaratılış sahnesini bize takdim ediyor. Bu yaratılış akıl, ceset, ruh, eğilim ve arzulardan bir araya gelmiş mükemmel bir toplumsal yapıyı ortaya koymaktadır. İnsanoğlunun yaratılışı Kur'an-ı Kerim'de pek çok sûre ve bölümlerde tekrar edilmiş olmasına rağmen her birinde ayrı bir sahnenin sunulduğu ve mes'elenin değişik üsluplarla farklı bilgiler ve hükümlerin bildirilmesiyle anlatıldığı müşahede edilmektedir. Kur'an-ı Kerim bu tarihi sahneleri aktarırken ilk insan olan Hz. Adem'in yaratılışındaki teferruatı ve yeryüzündeki görevini yerine getirmek için geçen süreyi belirtmiyor. Sadece insanın yaratılışı ve bu yaratılışın tekamülü Kur'an'ın verdiği bilgiler ile bağlantısını tartışmak için herhangi bir sebep de ortada görülmemektedir. Çünkü son derece güçlü ve ayrıntılı mes'elelere dalan bu incelik ve açıklamalarla bir üçüncüsüne gerek olmadan iki temel ihtimal karşısında kendimizi bulmaktayız. Bu bilgiler de doğrudan doğruya bağımsız bir yaratma veyahut da yaratılış ve bu yaratılışın gittikçe tekâmülleştirilmesi mes'elesidir.
Cenab-ı Allah, kâinattaki bütün olaylar gereksiz ve başıboş olmaktan kurtulup bir hikmet ya da sebebe bağlı olarak devam etsin diye insanın yaratılmasını murad etmiştir.
Kur'ân-ı Kerim, Hz.Adem'in (as) yaratılış gayesini şu şekilde buyuruyor: "Hani Rabbin meleklere: Yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti." (el-Bakara, 2/30) Bu ayete göre Hz. Adem'in yaratılma gayesi "halife kılınmasıdır."
"Halifelik" Adem'in yeryüzüne inme hikmetine bağlıdır. Bunun yanında esas olan, hem kendisinin ve hem de soyundan gelenlerin yaratılış hikmeti, halifeliği de içine alacak olan "kulluk" görevidir. Nitekim Zâriyat suresinde Allah (c.c.): "Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım" buyurmaktadır. (ez-Zariyat, 56).
Cenâb-ı Allah yeryüzünde halife kılacağı kimseler arasında kendisini yüceltecek peygamberlerin, onlara uyacak salih ve muttaki kimselerin bulunacağını; insanları O'na itaat etmeye teşvik edecek ve Onun din için gerektiğinde hayatını verecek şehidlerin bulunacağını bildiğinden dolayı onlara "Olmuş, olmakta olan ve olacak şeyler arasında sizin bilmediğinizi sadece Ben bilirim" buyurmaktadır. Buradaki istihlaf (Hz. Âdem'in halife kılınması) birini Allah'ın emirlerini yeryüzünde uygulayacak, tevhid inancını gelecek nesillere tebliğ edip öğretecek ve benimsetecek, İslâmî hükümleri toplum içinde hâkim kılacak ve Allah'a bu konuda söz verip bu sorumluluğu yüklenecek kimsenin yani Hz. Âdem'in ve onun soyundan gelecek olanların görevlendirilmesi ve nesiller boyu insanoğlunun yükleneceği görevdir. İstihlaf halifelik görevinin sorumluluğunu yüklenmek demektir.
Cenab-ı Allah yukarda kaydettiğimiz Zariyat suresindeki âyet-i kerimede insan ve cinleri ibadet için yarattığını açıklamasına rağmen, ayrıca yeryüzünde bir "halife var edeceğim" demesinin hikmeti ne olabilir?
Her şeyden önce insanın yaratılışındaki ilk ve en önemli gaye "Rabbini tanıması ve O'na karşı kullukta bulunması"dır. Bu, Allah'ın ilah ve insanın da "abd" yani "kul" olmasının bir gereğidir. Allah ile kullar arasındaki ilişki, "ibadet" olgusu ile gerçekleşir. Bu manada bütün insanlar, Allah'a ibadet etmekle yükümlüdür: "De ki, muhakkak ki benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir." (el-En'âm, 6/162).
Bu ayetteki hükmet ve hükme bakıldığında insanın yaratılış gayesi ve Allah ile olan ilişkisi, sadece bazı ibadetler ve şekillerle sınırlandırılmamıştır. Zira Allah: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demekle gerek Hz. Adem (as) ve gerekse onun soyundan gelecek insanları bahsedilen ibadetin dışında başka bir görevle yükümlü tutmuyor. Fakat bu ibadet nedir? Tevhid inancına göre ibadet: "Hayatı kapsayan ve insanın yaşadığı her şey ve her bir davranışıdır." İnsan dünya hayatında yaptığı her bir eylemden sorumlu olarak yapacağı ibadet ve güzel davranışlar için de ecir ve mükafat alacaktır.
Halife, "vekil", "vekâlet eden" demektir. Kelime anlamı itibariyle asıl görülsün veya görülmesin, bulunsun veya bulunmasın halife olan, aslın emirlerini yerine getirmek ve görevlerini gereğince yapma zorunluluğudur. Durum böyle olunca, insan Allah'a nasıl vekil olabilir veya insan Allah adına yeryüzünde ne iş yapabilir? Bu soruların cevapları Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde izah edilmiştir.
İşte, bu durumda insanın halifeliği iki ayrı alana ayrılmış bulunmaktadır: Birincisi, insanların fert anlamında Allah'ın halifesi olması, yani emirlerini kendisine tahsis edilen yer küresinde uygulaması ve bu uygulamada her emir yerine getirirken Allah adına yapması konusunda vekil olması. Bu vekalet ise asla karşı büyük bir sorumluluk getirmiştir. İkincisi ise bu emirleri yerine getirmek için yaptırıcı bir güç olarak oluşturulması zaruri olan bir yönetimle Allah'a halife olması, O'nun adına O'nun hüküm ve emirlerini yeryüzünde uygulamasıdır.
Birinci anlamda hilâfet şekli, ferdî sorumluluklarda görülür. Yani bir insanın tek başına yükümlü olduğu Allah'ın hakkını koruması, Allah'a karşı olan görevlerini yerine getirmesidir. Birey olarak Allah'a karşı yapılan kulluklardır. Allah'ı hamd ve takdis ile yüceltmek, O'nun ilahlığının azametini kabul etmektir. Ancak Allah'ı bu manada yüceltmek, Allah'ın yüceliğine denk değildir. Bu hal vicdanî/manevî bir olaydır. Allah ise, sadece bu yönüyle değil, tüm yönleriyle takdis edilip yüceltilmelidir ki, böylece insanoğlu "Allahu Ekber" dediğinde bu sözü yerini bulsun. Bunun gerçekleşmesi ise söz konusu ettiğimiz insanın hilafetinin ikinci manada Allah'a halife olmasıyla mümkündür.
Bu ikinci anlamıyla Hilafet de insanın güç veya yönetim anlamında Allah'a Halife olmasıdır. Allah'ın bilip de meleklerin bilmediği (el-Bakara, 2/30) ve daha sonra Adem'e öğretilen bilgi ikinci manada insanların Allah'ı takdis edip yüceltmesidir. Gerçekten de melekler bunu bizzat Hz. Adem'den duyup şahit olunca yanıldıklarını anlamışlar ve Hz.Adem'in huzurunda saygıyla eğilmişlerdi. Allah Âdem'e bütün (eşyanın ve yeryüzündeki varlıkların) isimleri(ni) öğretti. Sonra varlıkları ve bütün eşyayı meleklere gösterip "Eğer (yeryüzünde insana gerek olmadığı iddiasında haklı olup) doğru söyleyen kimselerseniz haydi bunların isimlerini Bana bildirin" dedi.." Melekler "Rabbimiz, Seni bütün eksikliklerden uzak tutar/tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bir şey bilmeyiz. Gerçekten her şeyi hakkıyla bilen, hükmü sağlam ve hikmeti sonsuz olan Sensin" dediler. El-Bakara, 2/31-32).
Yüce Allah, "Ey Adem! Onlara varlıkların isimlerini söyle" dedi. Adem isimleri söyleyince, Allah: Ben gökleri ve yerde görünmeyeni biliyorum. Sizin açıkladığınızı ve gizlemekte olduğunuzu da bilirim diye söylememiş miydim diye buyurdu. "Allah, Âdem'i (as) yarattıktan sonra ona Cebrâil (as) aracılığıyla kâinattaki ve özellikle yeryüzündeki eşyanın yahut meleklerin isimlerini ve bütün her şeyi ayrıntılarıyla öğretti. Sonra onları meleklere gösterip "Eğer sizler Âdemoğullarının yeryüzünde bozgunculuk yapacakları iddiasında doğru söyleyen kimseler iseniz bunların isimlerini Bana haber verip anlatın" buyurdu. Allah meleklerin bu isimleri bilmediklerini biliyordu ancak bu sorudan maksat sadece gerçeği görüp kabul etmeleri ve işin bilgisini Allah'a bırakmaları gerektiğini onlara hatırlatmaktır. Allah bu ayette -Hz. Âdem bütün eşyanın ve meleklerin isimlerini tek tek onlara söyleyince melekler de Allah'ın bilgisine göre bilgilerinin son derece kısır olduğunu, kendilerine öğrettiğinden başka hiçbir şeyi bilemeyeceklerini ve bilgi sahibi olmadıkları şeyler hakkında görüşlerini açıklayamayacaklarını ifade edip âdeta özür dileyerek- "Rabbimiz, Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bir şey bilmeyiz. Gerçekten her şeyi hakkıyla bilen, hükmü sağlam, hikmeti sonsuz olan Sensin" dediler.
Yüce Rabbimiz yeryüzünde kendisine sorumluluk yüklenen Hz. Âdem'in ve neslinin dünyanın/yerküresinin sakinleri olarak burayı imar edeceklerini hatırlattığı gibi bu imarın da bilgi ile mümkün olacağını bildirmektedir. Dolayısıyla Allah'ın dilediği bir kul olmanın şartlarından birisi dünya hayatını daha yaşanılır bir hale getirmenin yegane yolu ve yöntemi ilim ve ıslahtır. Bilgi ile dünyaya dirlik ve düzenlik verme sorumluluğudur.
"Hani Biz, meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O ise kaçındı, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu." (el-Bakara, 2/34). İblis, Allah'ın yüce bir gayeyi gerçekleştirmek için yarattığı Adem'e gerekli saygıyı göstermeyerek büyük bir suç işlemiş ve Allah'ın emrine karşı gelip isyan etmiş oldu. İşlediği bu suçun ve isyan ettiği kudretin farkında olmasına ve bunun karşılığında kendisine verilecek cezanın da büyüklüğünü bilmesine rağmen kendisini haklı çıkarmaya çalışıyor ancak hak olmayan ve gerçekleri yansıtmaktan yoksun iddia ve itirazlarda bulunuyor, bahaneler uyduruyordu.
Kur'ân-ı Kerim bu olayı şöylece anlatıyor:
«Çok iyi biliyorsunuz ki Biz sizi yarattık, sonra da size şekil verdik. Sonra da meleklere: "Âdem'e secde edin!" dedik. Hemen hepsi secde ettiler. Yalnız İblis (isyan edip) secde edenlerden olmadı. (Allah) buyurdu ki: "Ben sana emrettiğim halde seni secde etmekten alıkoyan sebep nedir?" (İblis) Dedi ki: "Ben ondan daha üstünüm; beni ateşten, onu çamurdan yarattın (neden ona secde edeyim ki?) » (el-A'râf, 7/11-12).
İblis, Allah'ı çok iyi tanıyordu. Çünkü Allah, onu diğer meleklerle beraber anmıştı, yani İblis meleklerle birlikte Allah'a ibadet ediyordu. Allah'ın güç, kuvvet ve kudretini çok yakından idrak etmişti. Rabbimiz Adem'i yaratırken o şahit olmuş, Allah'ın yaratıcı sıfatlarını idrak etmişti.
İblis'in bütün bunlara şahit olup idrak ederken Allah'ı inkâr etmesi mümkün değildir. Nitekim kendisi o yüce makamdan kovulduktan sonra o çok yakından tanıdığı yaratıcısından kıyamete kadar kendisine ömür ve kimi imkânlar bahşetmesini dilemişti. Allah buyurdu ki: "Öyleyse hemen in oradan. Artık orada büyüklük taslayarak durman haddin (ve hakkın) değildir. Hemen çık git. Çünkü sen aşağılanmışlardansın." (İblis): "Bana, (insanların) diriltilecekleri güne kadar bir süre ver" dedi. "Haydi öyle olsun. Sen kendilerine süre verilmişlerdensin" buyurdu." (el-A'râf, 13-15).
NOT: Peygamber Kıssaları ile ilgili serimiz Hz. Adem'den Hz. İsa'ya kadar olayları ve anlatımı içerik ile seri halde devam edecektir.
Prof. Dr. Ahmet AĞIRAKÇA