Arama

Fatmanur Altun
Temmuz 25, 2017
Modern Çağın Kitle İmha Silahları: Kavramlar

Hürriyet, eşitlik, kardeşlik…

Fransız İhtilali'nin üzerinde yükseldiği kavramlar…

1789'da lümpenlerin sokaklara dökülüp, Bastille Hapishanesi'ni basmalarına, monarşiyi perçeminden sürükleyip sokaklarda süründürmelerine, giyotin sehpalarına göndermelerine sebep olan kavramlar bunlardı. Bunlara kim itiraz edebilirdi ki!

Halk sokağa dökülmüş, Avrupa'nın köhnemiş sistemini değiştirmek istemişti. O güne dek kilise ve aristokrasinin liderliğinde örgütlenen toplumsal ve siyasal sistem içinde halka fazla bir söz hakkı verilmemiş, alabildiğine sömürülmüştü. Adeta bir kast sistemi şeklinde örgütlenen Avrupa'nın toplumsal yapısı içinde kilise mensupları ve soylular dışında kalanlar için hayat çetin bir mücadeleydi ve ne yaparlarsa yapsınlar içine doğdukları sınıfsal yapının dışına çıkmaları mümkün değildi. Giderek halkta soylulara ve kiliseye karşı bir öfke birikiyordu fakat eğitimsiz ve ekonomik açıdan zorluk içindeki toplum kesimlerinin siyasi sonuç alacak şekilde örgütlenmeleri mümkün olmuyordu. Kitlelere ihtiyaç duydukları destek burjuvaziden geldi.

Burjuvazinin yükselişi ve kitleler

Burjuvazi, Avrupa'da bir süredir Doğu ile yaptığı ticaret ve denizlerde yürüttüğü korsanlık faaliyetleri sonucu zenginleşen ve bunun sonucunda siyasi güç talep eden bir sınıf olarak ortaya çıkıyordu. Ne var ki Avrupa'nın yerleşik düzeni (ancien regime) yeni bir sınıfın iktidarı paylaşmasına razı olmuyordu. Uluslararası ticaret ve gasp yoluyla giderek muazzam bir zenginliğe ulaşan yeni sınıf için bu durum kesinlikle kabul edilebilir değildi. Başlangıçta bazı hakları feodal beylerden ve soylulardan satın almak yoluna giden burjuvalar zamanla bu toplumsal/siyasal formasyonun değişmesi için daha etkili bir yol olduğuna inandılar: Kitleler.

Kitlelerin zihnine, onlara hoş gelecek bazı fikirleri yerleştirmekle işe başladılar. Destekledikleri felsefeciler, düşünürler özellikle on yedinci yüzyıldan sonra "doğal haklar" olarak formüle edilecek olan bir insan hakları anlayışının ve siyaset felsefesinin temellerini attılar. Bu anlayış içinden, doğuştan gelen asalet anlayışının da sorgulanamayan siyasi sistemin de kilisenin de yeri yoktu. Halkın kendi kendisini yönetmesi olarak formüle edilen demokrasinin temelleri de bu dönemde atılıyordu.

Fransız devrimi ve sonrası

Birkaç yüzyıla yayılan bu zihinsel dönüşümün meyveleri nihayet 1789'da Fransa'da açılan devrimler çağıyla meyvelerini vermeye başladı. Ardı ardına Avrupa'da monarşiler halk ayaklanmaları ile yıkılırken Avrupa uzun yıllar sürecek bir siyasi çalkantı içine girdi. Soyluları ve kiliseyi yönetici iki sınıf olarak tanıyan siyasal sistem de sınıflar arası geçişliliği imkânsız kılan toplumsal yapı da yıkılmıştı. Yerine neyin konulacağına karar verecek olansa her anlamda geniş kaynaklara hükmeden burjuvazi oldu. Kurulan yeni düzen bir halk düzeni falan değil, düpedüz bir burjuva sistemi oldu. Sokaklara çıkıp, sarayları basan halk yeni sistemin sahibi olmayı başaramamış, zafer tacını başına geçiren burjuvalar olmuştu. Halkı sahaya süren burjuvalar toplumsal ve siyasal düzeni tamamen yıkmak pahasına Avrupa'nın hakim sınıfları arasında yerini almış hatta ilk sıraya oturmuştu. Ekonomik sistem, hukuk sistemi, toplumsal yaşam her şey burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yeniden dizayn edildi.

Kitleler ve demokrasi

Burjuvazi eski sistemi yıkmak için kullandığı silahı elinden bırakmak istemediği için yeni siyasal sistem, halkın kendi kendisini idaresi olarak adlandırıldı. Kitlesel eğitim yoluyla burjuva değerleri, yaşam biçimi ve çıkarları kitlelere benimsetilirken içinde yaşadıkları düzenin bir halk idaresi olduğuna inanmaları temin edildi. Elinde parası olmayan hiç kimsenin sesini duyuramadığı, hakkını arayamadığı, seçilemediği, idarenin sürekli olarak belli zengin aileler arasında el değiştirdiği bir düzenin halk idaresi olarak kitlelere benimsetilmesi burjuvazinin belki de en görkemli başarısı oldu.

Zihinlere müdahalede yeni aşama

20. yy. başında burjuvaların eline devasa bir araç daha geçti: Medya. Artık kitleleri kontrol altında tutmak çok daha kolaydı. Kitleler televizyonda gördükleri, gazetelerde okudukları her şeye inanma eğilimi gösteriyorlardı. Medyaya sahip olmak ve onu yönetmek için gereken devasa kaynaklara sahip olan sadece burjuvalar olduğuna göre iktidar savaşında burjuvaların eline tarihte eşi benzeri görülmemiş bir silah geçmiş oluyordu.

Kitleleri kontrol altında tutmanın ve gereken hallerde politik sonuçlar doğuracak şekilde harekete geçirmenin yolu ise daha önceki yüzyıllarda olduğu gibi kimsenin itiraz edemeyeceği kavramlardan geçiyordu. Yeni dönemin kavramları insan hakları, basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, çevrecilik gibi biraz daha sofistike kavramlardı. Herkes bir biçimde bu kavramlar hakkında fikir sahibi olmuştu. Medya birilerinin bu kavramlara saldırdığını söylediğinde kitleler tepki veriyordu.

Neredeyse refleks haline gelen bu itiraz hali bazı tutarsızlıkları ve çarpıklıkları görünmez hale getiriyordu. Oysa bu kavramlar eşliğinde yürütülen kampanyalarla siyasi ve toplumsal yapımıza müdahale ediliyor, kendi toplumumuzun ve coğrafyamızın çıkarları hilafına hareket etmemiz temin ediliyordu. Örneğin basın özgürlüğü denen o yüce(!) kavram bizim gibi ülkelere saldırmak için kullanılıyor fakat Wikileaks belgelerini yayınlayan Julian Assange ülkesinden kaçmak zorunda kalıyordu.

Basın özgürlüğü için ensemizde boza pişirenler ABD'nin bu tavrını ulusal güvenlik gerekçesiyle haklı buluyorlardı. Yahut finans/faiz sistemi üzerinden elden edilen devasa haksız kazancı ve acımasız kapitalist uygulamaları yani aslında düpedüz burjuvaziyi eleştirmek için Wall Street'teki Zucotti Park'ında barışçıl eylem yapanlar polis tarafından yaka paça götürülürken, toplantı ve gösteri özgürlüğünün kutsallığından dem vuranlar pek ses çıkarmıyorlardı. Bizim ülkemizde bir nükleer santral yapılmak istendiğinde çevrecilik namına kendilerini zincire vuranlar, ABD'nin ve Avrupa ülkelerinin yüzlerce nükleer santralini ve nükleer başlıklı silahlarını görmezden gelebiliyorlardı. Ve en çarpıcı örnek olarak kitlesel katliamların rutin olduğu bir dünyada insan hakları savunucuları bizim ülkemizi mesken tuttuklarının yarısı kadar söz konusu katliamlardan sorumlu olan ülkeleri mesken tutmuyorlardı. Milyonlarca insanın tepelerine yağan bombalar, kimyasal silahlar, kayıp binlerce mülteci çocuk ve evlerinden edilen milyonlarca mültecinin olduğu bu dünyada nasıl oluyordu da milyonlarca mülteciye kapılarını açmış ülkemiz insan haklarının durmadan ihlal edildiği üçüncü sınıf bir askeri diktatörlük gibi gösterilmeye çalışılıyordu? Yoksa bu değerli kavramların büyüsüne kapılıp bir şeyler yapmaya, birilerinin kurduğu oyunda kurşun askerler olmaya mı sevk ediliyoruz?

Cevaplar kimin elinde?

Bütün bunlar haksız sorular değil ve birilerinin bu sorulara cevap vermesi gerekiyor. Ne var ki bu sorulara cevap vermesi gerekenler her şeyi allayıp, pullayan ve yaldızlı paketlere sararak bize servis edenler. O yüzden bu karanlık sularda yolumuzu bulmak için onların bize tutacağı fenere değil, kendi inancımızdan ve kültürümüzden damıtılmış şaşmaz ilkelere ihtiyacımız var.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN