- Önde gelen Ulemâdan —Müctehitlerden— oluşmuş bir heyetin gözetimi ile denetiminde belli birtakım usuller ile muamelâtta, çağın gerektirdiği ayârlamalarda bulunulması kaçınılmaz gözükmektedir. Müslümanlığın yayılmış olduğu toplumların örf ile âdetlerinden tarih boyunca bünyesine karışmış, onu kireçlendirip zararlı maddeler ile unsurlar curufundan arındırılmış İslâm, geleceğimizin ümidi genç nesillerin, Rahmânî insan olarak yetişmelerini sağlayacak şartları hazırlamak olan aslî görevine dönecek ve 'insan'ı homo economicus sapmışlığından vir Dei aslına rücû ettirecektir. İşte bu mübârek Gazânın baş mücâhidiyse, kadındır. Yürürlükte olan medeniyet ile kahredici ideolojisinin zulmüne yeryüzümüzün bir yerlerinde insan er yahut geç ayaklanacak, başkaldıracaktır. Bu ulu hareketin başınıysa, Allahın Kendi Rabb, Rahmân ile Rahîm vasıflarını kendine bahşettiği ve her birimizin ilkaslî beşiği olan 'rahm'in taşıyıcısı ve esâs eğiticimiz, terbiyecimiz —'mürebbiye'[i]— kadın çekecek. Haddizâtında o, ne erkekten apayrı bir türmüşcesine tecrîd olunmalı —işte, tarihimizin kamburu da budur— ne de Hür sermâyeciliğin sapıkca aşırı müsâadeci tarzının derpîş ettiği üzre,[ii] tüm tâkatını —siyâset, ticâret— işlerinde tüketmelidir. O, doğuran, şefkatle büyütüp yetiştiren insan olma keyfiyetiyle geleceğin mimârıdır. Evvelemirde el verip kucak açan annedir. Kişi de kişilerden oluşan toplum da, Rahimde can bulup o kucakta serpilecek —'Ümmet': 'Anne kucağı'. İşte bundan dolayı, "... rahme... saygı gösteriniz!" Tanrı Buyruğudur.[iii] Gelecek, 'ümit'tir. Görüldüğü gibi, gelecek, kaçınılmazcasına, 'Anne'nin kucağı ile elinde biçimlenecektir.
Erkek, genellikle maddî şartların belirleyicisi ve imkânların temîn edicisiyken, kadın, başta eğitim gelmek üzre, manevî hayatın biçimleyicisidir. Ancak, yine genellikle toplumsal ile iktisâdî, yânî maddî durumların ana belirleyicisi maneviyât olduğuna göre, bilfiil yahut bilkuvve 'anne' demek olan 'kadın'ın, cinsiyetlerarası ilişkideki âşîkâr üstünlüğü ona —erkeğe olduğu gibi— ağır ödevler ile sorumluluklar yüklemektedir.[iv]
Ödev ile sorumluluktan tümüyle ârî olan, insanın dışında kalan canlılardır. Ödev ile sorumluluklarından muaf tutulduğundan, başta kadın olmak üzre, insanı, Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyeti, önünde sonunda diğer canlıların derekesine, evrim varsayımının yanı sıra, bir de bu cihetten indirmiş oldu. Anlaşılacağı üzre, kadının zulme uğraması, adâletsizliğin başıdır.[v] Bu zulmün —baskı altında ezilme— karşı ucu, başıboşluk raddesine varan serbestliktir. İfrâta yahut zıddı olan tefrîde kayması hâlinde kadın, baş ödevi durumundaki eğitim, terbiye etme görevini yerine getiremez. Sonuçta temel eğitimden yoksun nesiller, manen, böylelikle de maddeten çözülür, toplum da soysuzlaşıp yozlaşır.
2- Toplumu yozlaştıran baş etken, kendisine vucut veren bireylerin, göze batacak raddede, çoğunun hayâsızlaşmasıdır. 'Hayâ', kelime olarak, 'hayât'tan gelir.[vi] Canlı olan beşerle varoluş bütünlüğünü paylaşan, artık canlı olmaktan öte hayat sâhibi insandır. 'Hayat' ise, 'hayâ'nın pınarıdır. 'Hayâ' da, 'edeb'in, dolayısıyla da, 'ahlâk'ın 'omurga'sıdır. İşte bu zikrettiğimiz belirlenim, İslâmî yaşayışın, Immanuel Kantın deyişine başvurursak, 'temel kural'ı yahut 'düstûr'udur. Nitekim bunu Hz Muhammed: "Her dinin ahlâk düzeni bulunur; İslâmınkiyse, hayâ üzerine kurulmuştur" şeklinde ifâde buyurmuştur.[vii] Bu yaşayışın baş düzenleyicisi, terbiye edicisi kadındır. Yukarıda andığımız Hadîsin, bu bağlamda, mantıkca devâmı şudur: "Hayâ, güzeldir; kadınlarsa, bir başka güzeldir."[viii] Nihâyet, sağlıklı olan ile çözülen, çözülmeğe hükümlü toplumlar arasındaki çizgiyi Hz Muhammed bize şöyle özlü biçimde çekmektedir: "Mümîn, her davranışa yatkın özellikte yaratılmıştır; hıyânet ile yalan hâriç"![ix] İlkaslî Andını unutan yahut ondan sapan, hürriyeti tam beşerdir: "... Utanmadıktan sonra, istediğini yap"![x]
Seleserpe, serâzâd 'Utanmaz adam' (L Homo impudens), ömür boyunca hıyânet ile yalan batağında debelenen Ümitsiz —Tragique— beşerdir.
Bugün nitekim, dünya çapında insanlık olarak karşı karşıya kaldığımız ölümcül durum budur işte. Bu son derece tehlikeli gidişten kurtulmak, Kur 'ân ile Hadîslerin işâret ettikleri ve hayânın kapsadığı değerler olarak kabul ettiğimiz, insançin ölçülülüğü, olağanı, dengeli ile sağlıklı olanı yakalamakla mümkündür.
"Bütün insanlar birdir;
Karşılıklı haklar gözetilmelidirler;
Karşı cinsiyetler, birbirlerini saymalıdırlar;
Evlilikten doğan aile bağları ve çocuk doğuran kadın kutsaldır.
Yetimlerin özellikle şefkata ihtiyâcı vardır.
Bütün mallar, güvenilir ellerde bulundurulurlar;
Ödevler ise, tam belirlenmişlerdir.
Bu dünya hayatımıza şefkatla ve hayırlı eylemleriyle ışık
Ve neşe saçanlara Ölümden sonra hakkettikleri ödüller,
Hakkaniyet esasları gözetilerek dağıtılmalıdırlar."[xi]
Hakktan yana olan Rahmânî insan (OrL vir Dei), Ümidin insanıdır (L Homo spes). Hakktan ümit kesilmez.
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Çağdaş Küresel Medeniyet – Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz Yahudi Medeniyeti – Anlamı, Gelişimi ve Konumu' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
[i] RaBBe(fiil): (1) Üstün geldi, mâlik, sâhip, efendi, hâkim oldu; (2) korudu, kolladı, yetiştirdi, baktı, büyüttü, besledi; (3) kaldı, yerleşti, mukîm oldu.
RABB (isim hâli): (1) Hâkim, efendi; (2) kollayıcı, koruyucu, düzenleyici, düzeltici, bakıcı, öğreten, besleyen, büyüten, bir varolanı aşama aşama geliştiren, mükemmelleştiren. RaBBe
- Rabb, mürebbiye, terbiye... —bkz: E.W. Lane: "Arabic - English Lexicon", I.cilt, 1002 - 1006.
[ii] Her insanın bedenî ile terbiyevî hayatının menbaı ve bilfiil veya bilkuvve 'anne' demek olan 'kadın'ın maddî ile manevî değeri, hiçbir devirde 'Sermâyeciliğ'in yürürlükte kaldığı dönemdeki kadar rencîde edilmemiştir. 'Kadın', dince 'üstün tutulan' —Hz Muhammed'in indinde "anne, babaya ikiye bir oranda fâık" olup "Cennet" de, "annenin ayakları altında"dır— 'biyolojik' yahut 'genetik' bakımdan 'mütecânis' (Fr homogene) 'insan'dır —erkeğin X ile Ylerine karşılık, dişinin X X kromosomları vardır.
Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel ideolojisi uyarınca, varolan her şey gibi, kadın da alım
- satım metâıdır. Erkeğin şehvetini tahrîk maksadıyla açık saçık giyinişinden tutun da tüm hâl ve tavırlarına varıncaya dek o, cinsî münâsebetlere yönelik pazarlanmak üzre 'camekân'a çıkarılıp orada sergilenen 'mal' şeklinde kabul olunmaktadır. Arza da talep lâzımdır. Bununçinse, erkeğin cinsî arzusu ile kudretine ilâç neviinden sunî araçlarla yüklemede bulunulmaktadır. Günümüzün en yaygın ve geçerakce ticâreti fuhuş ile uyuşturucu üzerine kuruludur. Bu, hem muazzam servetin yoludur hem de 'benimkisi' dışındaki toplumların yaşayabilirliklerini ortadan kaldırır. Bir toplumun yahut kültürün nihâî çöküşü, kadınının manen, sonuçta da maddeten topyekûn çözülüşüne bağlıdır. Kadınının tam teslîm oluşuna değin bir toplum yahut kültür yaşarlığını sürdürür. Toplumu yurda yahut çadıra benzetirsek, kadın, onun orta direğidir. Erkekse, onu ayakta tutan —doğa güçleri ile öteki erkeklere karşı koruyan, ayrıca da hayatın belli dönemlerinde geçindiren— yan direkler ile halatları andırır.
[iii] Nisâ, 4/1 —Abdullah Yusuf Ali tefsîri: "Cinsiyet, tabiatımızın en hârikûlâde sırlarındandır. Zürriyetsiz erkek, beden gücünün kendisinde husûle getirdiği kibrin etkisiyle gerek kendi hayatında gerekse insanların toplu yaşayışından doğan toplumsal ilişkilerde kadının merkezî önemini unutur. Bizleri doğuran anne hürmete lâyıktır. Aynı şekilde çocuklarımızın annesi saygıdeğerdir. Beden hayatımızda böylesine ağırlığı bulunan ve duygularımız ile tabiatımızın daha üst seviyelerini bunca etkileyen cinsiyet, bizlerden ne ondan kaçınmamızı, ne onu hor görüp küçümsememizi ne de zevküsafâ metâımız olmağı bekler, daha doğrusu, hakkeder. O, en üst raddede tazîmimize hak kazanmıştır..."(506).
[iv] Kur'ân ile Sünnetten kaynaklanan kadına saygı fikri ile tavrı, 'Yüksek Mutasavvuflar'da gördüğümüz gibi, İslâmda esâslı bir mevki işğâl eder. Bahis konusu Mutasavvufların başında da Ebu Bekir Muhyiddîn İbn Arabî (1165 - 1240) ile Mevlânâ Celâleddîn Rumî gelir:
"Erkek, Zâloğlu Rüstem olsa", diyor Mevlânâ, "yiğitlikte Hamza'yı geçse, yine de, kendi kadının tutsağıdır... Heybet bakımından su, ateşten üstündür; ama su, bir kaba koyuldumu, ateş, onu fokur fokur kaynatır. İkisinin arasına engel olarak tencere girdimi, ateş, o suyu yok eder, hava hâline sokar; su, kaybolur gider. Görünüşte kadınına, su gibi, hükmedersin; fakat, işin iç yüzüne bakılırsa, sen, onun hükmünde olup sevgisine tâlipsin. (Sevgi) yalnızca insana mahsûstur. Hayvan, sevgiden (muhabbetten) yoksundur. Onun bu yoksunluğu, insandan düşük olmasından ileri gelir... Peygâmber, kadının, gönül ehline ve akıllıya ziyâdesiyle üstün geldiğini; buna karşılık, içlerinde hayvanca kabalığı taşıyan erkeklerinse, kadını ezdiklerini, söylemiştir. Hayvanîlik, tabiatlarının hâkim hassası olduğundan, böyleleri muhabbetten, şefkat ile incelikten mahrumdurlar. Muhabbet ile incelik insana; öfke ile şehvet hayvana has özelliklerdendirler."
"Kadın, Tanrı nurudur. O, bir dünyevî sevgili değildir; onunçin yaratılmamış, ama yaratıcıdır dahî diyebilirsin."
"Erkeğin, geçimi temîn etmesi gerektiği konusunda karısının ısrarına boyun eğmesi ve kadının, kendisine karşı çıkışı, ne kadar da İlahî bir işârettir".
- Celâleddîn Rumî: '"Mesnevi', tercüme ile şerh: Abdülbâkî Gölpınarlı, I. cilt, 243. s, 2440. satır; ayrıca: "The Mathnâwîof Jalâlu'ddîn Rûmî", edited from the oldest manuscripts available; with critical notes, translation and commentary by Reynold Nicholson, I. cit, 132.&133. syflr, 2425., 2430.&2435. satırlar.
Kadının, yukarıda özellikle Mevlânâ'ya dayanarak anlattığımız üzre, İslâm dininde böylesine öncelikli ve üstün yer tutmasına karşılık, onun yayılmış olduğu —Güney doğu Asyadaki Malezya ile İndonesyanın Malay halklarının tersine— Batı ile Orta Asya toplumlarında, tarih boyunca, genellikle gadre ve ihmâle uğramış olduğu da bir gerçektir. Bu durumun Arap, Fars, Hint ve benzeri kültürlerinin kendi tarihî - toplumsal şartlarından kaynaklandığı, sonuçta, sâdece kadın değil, fakat birsürü başka konuda da Müslümanlığın bazı yanlarının yönlerinin, zaman içerisinde, bahsi geçen şartlar çerçevesinde yorumlanıp ce kalabalıklaşmış, bundan dolayı köpzevceliliğe ilk sınırlamaları Kur'ân getirmiştir.
İnsan bireyinin, anneden-olma beşer hâlinden toplumsallaşma demek olan insan-olma evresine geçişi öncelikle aile ortamı —eğitim—, daha sonra da okul —öğrenim— tayîn eder. Aile ortamıysa, öteden beri —yânî yalnızca birkaç on yahut yüzyıldan beri değil— ilkin anne, baba ile çocuklardan, ardından ancak akrabâ ile taallukâttan oluşur. Daha önce başka bir vesîleyle belirtilmiş olduğu üzre, insan-olma sürecinde uğranılacak kaza, beşerliliği —insanın dirimsel varlığı— dahî ya toptan çökertir ya da kötürümleştirir. Görülüyor ki, aile, insan bireyinin hem dirimsel varlık olarak içerisine doğduğu ortamdır hem de içerisinden toplum varlığı olarak yetiştiği çevredir. Sonuçta orası bütün sonraki toplum çevrelerinin de doğdukları ana pınardır. Bu nedenlerle insan yaşamasında hem dirimsel, hem kültürel açılardan bakıldığında, aileden daha merkezî ve hayatî önem taşıyan başka bir mercinin bulunmadığını söyleyebiliriz. Kuralına uygun —normal —, sağlıklı biçimde yaşayacak bu merci, sevgi sebebiyle —hem cinsî, hem ruhî anlamda— biraraya gelip kenetlenmiş bir kadın ile erkekle hayat bulur. Beden ile ruh sağlığına sâhip kadın ile erkeğin kurallı-biraradalığı, yânî evlilik, hayat dialektiğinin temel öncülüdür. Din olarak İslâmın aslî hedefiyse, bu temel öncülü ortaya koyup gözler önüne sermektir.
[v] Köleliğin en aşağılık, korkunç çeşidi, fâhişeliktir.
[vi] Bkz: Ali Yardım: "İslâmiyet Karşısında Türk Örf ve Âdetleri', 115. s.
[vii] Bkz: Ali Yardım: A.g.e., 114. s.
[viii] Bkz: Ali Yardım: A.g.e., 115. s.
[ix] Bkz: Ali Yardım: A.g.y.
[x] Bkz: Abdülbaki Gölpınarlı: "Hz Muhammed ve Hadîsleri", 143. s, 916. satır; ayncabkz: Ali Yardım: A.g.e., 114. s.
[xi] Nisâ, 4 (1. - 5.) Âyetlerin, Abdullah Yusuf Ali tarafından yapılmış hülâsası.